28 Ekim 2013 Pazartesi

erkek muhabbeti-9


erkek muhabbeti-9
-bi' tatil bi' okul kafam karışıyor benim.
-zor değil lan. tatilde evde yatıyorsun, okul olunca okula gidiyorsun.
-sen bedenin nerdeyse orda mı yaşıyorsun?
-yooo.
-eeee?
-tamam lan tamam.
-uyum sağlayamıyorum değişikliklere. tatil iyi güzel oluyor, kısa bir süre sonra ondan da sıkılıyorum. ne zaman ne düşünüyorum bilmiyorum.
-insansın sen abi, her zaman aynı şeyi düşünemezsin. bazen deverim yapmaya çalışanların yanında olursun, bazen şeriat savunucusu. gerçi şeriatı getirmek de devrim sayılır ama konumuz bu değil.
-sanki belli bir konumuz var lan. buna karaktersizlik derler yalnız.
-insanların ne dediğine bu kadar takılırsan insan olamazsın azizim.
-dışardan çarkları görünen bi' saat kadar şeffaf olmak en büyük hayalim. kişisel değil ama hepimizin öyle olduğu bir dünya. sen, ben, kantinci hayriye abla, fotokopici durmuş abi, otobüs şoförü kemal amca.
-durağa koşarak geldiğini gören ve 18 saniye daha  bekleyemeyerek giden otobüs şoförünün çarkları bozuktur aga.
-öyle koşan birileri olduğunda otobüse binerken hep yavaş hareket ediyorum ben, sevap point geliyordur değil mi?
-bilmem ölünce görürsün.
-bir de arkada sigara içen birileri varsa çok yavaş hareket ediyorum, sonuçta o adam o sigarayı yakmasaydı o otobüs hemen gelmezdi, çok bilmişlerin murphy kanunları dediği şeyden işte.
-bu hareketinle şampiyonlar ligi finalinde 87.dakikada oyundan alınırken bir türlü sahadan çıkmayan galip takım oyuncusu kadar büyük bir şey yaptığının farkındasın de mi?
-heee.
-gerizekalı.

               blue

20 Ekim 2013 Pazar

erkek muhabbeti-8


erkek muhabbeti-8

-eee bu tatil de bitti sabah okul var heyecanlı mısın?
-sonra bu çocuk neden küfretti oluyor. sorma böyle saçma sapan sorular canım benim.
-bayram nasıldı bayram?
-bayram yaşlılara bayram. sohbet muhabbet edecek üç beş insan bulup seviniyor ezikler. üstüne çok büyük maharetleri varmış gibi gururla ellerini öptürüyorlar. "lan dürzü, dokuz on sene önce topumuzu kesen, balkondan üstümüze su döken (kovayla), eve şikayete gelen yavşak bunak sen değil misin?" diye soramıyorsun tabi. zaten bu bir soru cümlesi değil.
-öyle denmez çok ayıp.
-adam/kadın benden bilmem kaç sene önce dünyaya gelmiş ve hâlâ gidememiş diye ona saygı duymamı mı bekliyorsun? ben gidebilenlere bile duymuyorum. ölen insan kutsal değildir. ölüm de.
-şimdi yaşlı biri ölünce sen üzülmüyor musun?
-pek değil, o yaşlının ölümüne üzülen sevdiklerim varsa onlar üzüldüğü için üzülüyorum.
-heeee.
-insanlar sevdiklerinin ölümüne sevinebilir. bu zor bi' şey değil aslında.
-sevdiği ve çok yakın olduğu bir insan öldükten sonra; aynı reçeteye sahip oldukları için onun kalan ilaçlarını kullanan bir insan da sevinebilir mi?
-o ne lan. korkar o ölümden, ölmekten.
-ölümden korktuğunu pek sanmıyorum ama toprak altına girmekten korkuyor anladığım kadarıyla.
-nasıl anladın?
-hissettim.
-kimi gençlerimiz el öperken dudak yerine çene kullanıyor ya, o an yaşlılar ne hissediyor acaba?
-bilmiyorum ama torunlarım bana öyle yaparsa ak sakalıma bakmaz siktirin gidin derim.
-çocukların gelişimine yardımcı olman lazım dedesi.
-dışarda itten kopuktan öğreneceğine benden öğrensin.
-heeee.

               blue

7 Ekim 2013 Pazartesi

erkek muhabbeti-7


erkek muhabbeti-7

-dur sen sormadan ben başlayayım anlatmaya.
-buyur.
-eve giderken eve gitmek istemediğimi fark ettim. döndüm geri. 'saat kulesine bakan banklar'ın cazibesine kapılmadan yürümeye devam ettim. iki elimi çırparak yürüyen bi' kadını hatta tüm kadınları, adamları, çocukları, atları durdurmaya çalıştım. olmayacağını biliyordum ama denedim. saçma inançlarım olduğunu biliyorum. olmadı da zaten, atlar durmadı. bağlı oldukları faytondaki züppeleri mutlu etmek için yürümeye devam ettiler. yine de halleri 'kaybetmeye koşan atlar'ınkinden iyiydi. sonra tepede bir uçak gördüm, gülümsedim. onu da durdurmayı düşündüm. üşendim denemedim.
-denesen de durmazdı yavşak uçak.
-yavşak ne alaka buraya?
-bilmiyorum. sonra ne bok yedin?
-azıcık yürüyüp karşıya baktım. karşıyaka'ya. seviyorum seni amına koduğumun karşıyaka'sı dedim. bunu söylerken futbol takımına küfrettiğimi, karşıyaka'nın kendisini çok sevdiğimi, karşıyaka olmazsa konak-karşıyaka vapurunun da olmayacağını fark ettim.
-sonra?
-sevgilisine sigara içmeyi öğreten bi' kız, sevgilisine öpüşmeyi öğreten bi' adam gördüm. dudaklar dudaklardan ayrılınca "ooo yesss" demek gerekiyormuş. öyle dedi am kafalı yarrak beyinli abaza. sonra yine kendime döndüm ve dedim ki "bu şehrin erkekleri, bu şehrin kızlarını hak etmiyor." özür dileriz kızlar.
-bu şehrin kızlarından bahsedersen senin aklına fatma sezen de gelmiştir mutlaka?
-"bir göz vuruşuyla yerle bir eder, böyle bi' şey olamaz." dedi o güzel kadın. ardından kısa eteklerine karışan babası geldi basit mantık çalışan dimağıma. sahici ya sezen aksu'nun babası lise ve ilköğretimde bizim derslerimizi ziyaret ederdi.
-şimdi senin lisedeki derslerini, bitmeyen dertlerini sikip atmak gerek ama hiç vaktim yok kardeşim.
-tüm vaktini alan dünyanın deliğine saat kulesi girsin.
-memnun olurum.

                                               blue

3 Ekim 2013 Perşembe


HIRKA-İ MELANET VE KLARNET
            gece türlü rüyalar görmek, uyuyamamak sinirini bozmuştu. siniri bozulunca ritüelde ne varsa hepsini terk ederdi.sabah erken kalkmaz, yemek yemez, işine gitmezdi.suçlayacak birilerini aradı.aklına türlü şeyler geldi.Allah'a isyandan kıl payı kurtulup suçu yine talihsizliğine, kendine yapıştırdı.yapıştırdığı yerde hafif ıslaklık oldu.küfrederek yataktan çıktı.o gün neler yapacağını kafasında kura kura banyoya gitti.hiç bir şeye karar veremedi.zaten karasızlıktan hoşlanmasa da plansızlıktan hoşlanıyordu ve kaderci insanlardan domuz kadar nefret ediyordu.duş aldı.bir gün önce yağmurda ıslanan kurumaya bıraktığı elbiselerin hala nemli olduğunu fark etti. yanlış yerde yanlış zamanda olduğunu düşündü.hayat bu olmasa gerekti.
            kıvırcık saçlarının arasına kaçan her yağmur damlası için küfretseydi çok küfürbaz olduğuna inanabilirdi.yağmur bir hızlanıp bir yavaşlayarak yanar döner insanlar gibi onun bu inancının bir yanında duruyor bir de arkasından vuruyordu.duran şeyleri vuran şeylerden daha çok sevmesi onun muhafazakar olması anlamına gelmiyordu.yine de ona göre tüm insanlar muhafazakardı.kendi benliklerine ve inançlarına karşı.ya da tutkularını muhafaza edenler vardı.o ise çoğu tutkusunu çok da yol almadan kaybetmişti.her şeyden sıkılan bir insan olmasından değil de her şeyi berbat eden, bir işe yaramayan bir adam olmasından kaynaklanıyordu.elini attığı işler bir yana, elini atmayı düşündüğü işler bile bir şekilde ruhunda pis  bir koku bırakıyordu.ruhu buzdolabının arkasında çürümüş unutulmuş meyveler gibiydi.yağmur hızlanmıştı.metrekareye düşen küfür metrekareye düşen yağmurdan fazla olmaya başlamıştı.sorgulamadan küfrediyordu.onun bu sinirli, bu tükenmiş, bu çaresiz haline bulut altından bir güneş gülüyordu.
            her zamanki gibi rahatlamak için başka hayatlara başka hayatların kurgularına sığınacaktı.elleri ceplerinde şu müzikli kitapçıların bir kaçını geçtikten sonra pasajdaki sahafların arasına daldı.burada bu eski mekanda köklerine dönen insanlar ve yıllar önce kaybettiği ailesine kavuşan bir çocuğun hisleri gibi garip şeyler hissediyordu.patavatsızca yüzüne bakanları ve seç al 5 liracıları geçti.paranın varlığından da yokluğundan da nefret ediyordu.tılsımlı bir kelime olmalıydı bu düzeni değiştirecek. şiir kitaplarının alt alta koyulduğu bir tezgahın önünde herkes şair olsaydı hiç kimse şair olamazdı diye düşündü.felsefe yapması midesini yakmıştı.çay içtikten sonra olan bu duyguyu iyi biliyordu.bir yerlerden adını anımsadığı bir adamın hikaye kitabı gözüne çarptı.bir iki karıştırınca almaya karar verdi.bir kitapta hoşuna giden ufak bir şey bile olsa onu alırdı.kitaplar onun bu hiçleşmiş, içi boş, kokuşmuş varlığını bir nebze olsun anlamlandırmak için varlardı.o bunun farkına, bir ikindi vakti üstündeki otları yolduğu bir mezarın başında vardı.bu farkındalık mezarlara arkasını dönüp, sanki onu göreceklermiş gibi, mezarlığı çevreleyen duvara karşı işerken yerini tarifsiz bir rahatlığa bıraktı ve gözlerini güneşten almamanın verdiği geçici aydınlık kadar kısa ve yakıcı sürdü.
            bir eli cebinde bir elinde poşet eski zaman külhanbeylerinin ve şu ölüm , aşk ve yalnızlık şairlerinin arşınladığı o dar kıvrımlı ara sokaklarda yürümeye başladı.bir tılsım varsa ya da bir sır bu ara sokakların birine saklanmalıydı mutlaka.ara sokalar bitip o uzun, boş kalmaz ve ortasından film şeridi gibi tren rayları geçen caddeye çıktı.adımları onu bir yere götürüyordu.istemsiz gibi olan bu hareketler aslında bir kimlik bilgisi gibi sabitti.fare gibi peynirine ulaşınca gözleri hafiften doldu.olduğu yerde kaldı.neden sonra karşıdan gelen tramvayın sesiyle yolun tam ortasında şu boyanıp da kıpırdamadan duran sokak sanatçıları gibi kaldığını fark etti.evren boşluğu kabul etmez hesabına bir onluk yatırdı ve gözüne ilk ilişen boşluğa bir apartmanın girişine kendini bıraktı.artık istemsiz sanılan adımların getirdiği o şeye çok yakındı.

            bu İstanbul, bu klarnet,bu yağmur.dikenleri tüy tüy olan kirpiler gibi sakinleşmişti.varlığını sahaftan aldığı kitapla satmıştı. şimdi arda kalan her şey bu klarnetin sesine dokunuyor bu yağmurun kokusunda eriyor ve bu şehrin sokaklarına dehlizlerine akıyordu.artık kalemin deftere tebeşirin tahtaya bıraktığı bir iz olarak bile hissetmiyordu kendini.akan gözyaşlarının ne önemi vardı ki şimdi. Sezen haklıydı İstanbul İstanbul olalı hiç görmemişti böyle keder ve geberiyordu işte neyden kimden nasıl ne zaman olduğunun ne önemi vardı.ıslanmış saçlarından yüzüne düşen damlalar ve gözyaşları bir gün yol bulup denize karıştıklarında yada  buhar olup göğe karıştıklarında belki saadeti mezarının üzerinde çıkmış otlarla paylaşabilirdi.sonra ara sokaklara saklanmasını gerektiği sırların tılsımların aslında geniş caddelerde, insan içinde, göz önünde apaçık durduğu kanaatine vardı.önünden  birkaç kenar mahalle gençi geçti.bir süre arkalarından baktı.bu hayatta sadece klarnet çalan sokak sanatçılarına para verilmesi gerektiğine inanırdı.cebinde kalan son parayı bu kutsal gördüğü şey uğruna verirken hiç ama hiç içi sızlamadı.arkasını dönüp yürüdü.az önceki gençler bu sefer karşısından geliyordu. arkadan bakmak gibi olmazdı. göz göze gelme riskine karşı kafasını eğdi.yanından geçerken telsizlerinden duyduğu anonsu fark edip şaşırdı.her şeyin zıddıyla ve alakalı alakasız her şeyle iç içe girdiği bu dünyada bulunmak tabi ki tılsımı sırrı bulmayı zorlaştırıyordu.ilk sapaktan ara sokaklara geri döndü.