
İHTİMALLER DENİZİNDE
İlk öykü kitabımı yayınladığım zamanlardı. Eşe dosta dağıttığım kitaplar
dışında kitabım cüzzi bir miktar satılmıştı. Kitap fuarlarına imza günlerine
katılacak seviyede değildim ya, yayınevinin programında bir boşluk olmuş beni
de o araya sıkıştırmışlar, gelir misin diye sorduklarında olur demiştim de, bir
öğleden sonra kendimi kitap fuarında bir stantta dizili kitaplar arasında
bulmuştum. Eskiden beri bu imza günlerinden hoşlanmıyordum ama şimdi bir şeyler
değişmişti. Kitabımı okuyan tek kişi dahi olsa onu görmek dahası konuşmak
istiyordum. İlk öykü kitabını yazanlar çoğunlukla hayatlarının sivrilmiş ya da
sivrilmeye müsait yanlarından yıllar yılı süze süze biriktirdiklerini
anlatırlar. Gerçek bir hayatın kısa tarihidir ve bolca dipnot içerir. Öyküler
amatör de olsa sahici olur. Bir ölünün ardından konuşmak gibi bir şeydir
aslında bu. Yazılı yas. Kitabı okuyan birkaç insanla kendi hayatımın yasını
tutmak istiyordum ben de. Kaç kişi ölmeden tutabilir ki kendi ölümünün yasını? Dahası
zordur anlatmak gerçekleri. Kurmacalar, tüm o hayaller, yüzleşemediklerimizden
kaçmak için, gerçeğin boğazımızı sıkıp duran bağını koparabilmek içindir. Hem
avaz avaz söylemek ister hem söylemekten köşe bucak kaçarken, kelimeler
düşüverirler kağıdın üzerine. İşte o zaman hem kendinsindir anlattığın hem
başkası.
Kitap imzalayacağım yere oturduktan sonra yarım saat boyunca boş boş durmuş
etrafı izlemiştim. İnceden inceye moralim bozulmuştu. Kitabımın baskı sayısı da
çok olmadığından iki yanıma dizili kitaplarımın oluşturduğu küçük tepe kafamı
gömüp saklanacak kadar büyük değildi. Sonra tüm stantları dikkatle gezen, orta
yaşı geçmiş, hayat dolu, tüm aktivitelerde boy gösteren, mitinglere sosyal
olaylara en önde giden, sesi hep en çok çıkan iki teyze gelmiş benimle tanışmışlardı.
Kitabın kapağını ismini rengini dikkatle incelemiş, hikayelerimde hangi
toplumsal yaralara parmak bastığımı sorup, sonraki hikayelerimde bir takım
toplumsal ahlak konularına değinmemi tembih etmiş ve gitmişlerdi. Muhtemelen
ilk hikayeden sıkılıp bırakacakları kitabımı çantalarına koymayı da
unutmamışlardı. İki üç gün sonra birbirlerine kitabı okumadıklarını laf
arasında söyler, faydasız bulur, karşılarına ilk çıkan “köy okuluna kütüphane
kuruyoruz” projesine bağışlarlar ve bunu gittikleri yerlerde övünerek
anlatırlardı.
Teyzelerden sonra bir genç standın başından kitaplara baka baka yaklaştı.
Oturduğum yerde adım yazılı bir kağıt olmasa yüksek ihtimal beni tanımazdı.
“Mahir bey?” dedi. Bir sesleniş soru manası taşıyınca bir gizemi de içinde tutuyor.
Merhaba deyip yaklaştı benim Mahir olduğumu anlayınca. Çantasından okunduğu
belli olan kitabı çıkardı, kitabı beğendiğini anlar gibiydim. İçim içime
sığmıyor, kalkıp sarılmak istiyordum. Kitabı imzaladım, çıkmasını planladığım
bir kitaptan konuştuk. Sonra biraz durdu ve cesaretini toplar bir hali vardı.
Ukala olmaktan kaçıp ama aynı zamanda fikrini de söylemek istiyordu. Bir hikayeden
söz açtı. “İsmi neden bu kadar uzun merak ettim .“ dedi. “Sence ne olmalıydı?”
dedim. Kısacık düşünüp, “tahterevalli.” dedi. İmge olarak düşününce hikayenin
özeti tam da buydu aslında. “Birini sevdiğin zaman seni seviyorum demek en kısa
yoldur ama seni seviyorum cümlesi bazen o kadar genişler ki roman olur şiir
olur film olur.. Bu yüzden bu hikayenin de ismi biraz uzun olmalıydı.” dedim.
Söylediklerim hoşuna gitmiş olmalı gülümsedi. Teşekkür etti. Kitabı çantasına
koydu. Muhtemelen eve dönüş yolunda hikayeyi bir daha okuyacak, konuştuklarımı
düşünecek, ertesi gün arkadaşlarına aramızda geçen diyalogları anlatıp içten
içe mutlu olacaktı.
Birkaç kişi daha kitap imzalattı. Yeni yolculuklara gemi arayanlar ve en
azından bir kere kitapçı raflarında gözlerine ilişip de bir sebepten hoşlarına
gidip alanlar vardı bunların arasında. Kısa öz sohbetlerle kitapları imzaladım
ve gittiler. Bazı insanların düğünlerine ve ölümlerine çok az kişi gelir.
Mahzun ve kimsesiz insanlar vardır ya hani öyle bir his vardı üzerimde. Sakin
bir yas töreni oluyordu. Kapanış yaklaşmıştı. Gençten bir kız uzaktan uzaktan
bana bakıyor etrafımda kimse var mı diye kolaçan ediyordu. Deminden beri bir
iki defa kitapların önünden geçmiş kitabımı incelemiş sonra tekrar gelmiş
gitmiş ben tam bir şey diyeceğini hissettiğim bir anda bir başkası geldiği için
stanttan uzaklaşmıştı. Çekingen tutuk bir hali vardı gözleri ise apaçık belli
ediyordu heyecanını. Kapanış anonsu duyuldu. Bundan cesaret almış olacak ki
yanıma doğru seğirtti. Çekingenliği üzerinden atsın diye ben merhaba dedim.
Gerçekten de işe yaramış olmalı ki kendini tanıttı, üniversitede edebiyat
okuduğunu, annesinin de çocuk kitapları yazdığını, üç beş stant geride bugün
onun da imza günü olduğunu ve en sonunda da kitabımı okuduğunu hakkında
konuşmak istediğini söyledi. Memnuniyetle kabul ettim. Kahve istedim görevli
arkadaşlardan iki tane sıkı bir okuyucum vardı karşımda ve korkuyordum açıkçası
söyleyeceklerinden. Kitabınız beğendim diyerek başladı söze. Hikayeler kendini
içine çabuk alıyor ve belli ki sağlam temellere dayanıyor. Şaşırtıcı sonlar ve
etkileyici hatta bazen hüzünlendirici diyaloglar var. Olduğu gibi samimi
yazmışsınız. Övgüleri duyduğum ilk cümleden itibaren bunların nerede bir ancak
ile kesilip yergilere geçeceğini merak etmeye başlamıştım. Bu yüzden övgülerin
çoğunu duymadım sayılır. Ağzından çıkacak bir ancak fakat sözcüğüne
odaklanmıştım. Susuyordum ve sakin kalmaya çalışır bir halde dinliyordum. Ve
beklediğim ancak gelmişti. Bir es vermiş kahvesinden bir yudum almış
gülümsemiş, edebi açıdan bakarsak diye başlayan birkaç cümleyi kucağıma
koyuvermişti. Ukala değildi. Gerçekten hikayelerimi sevdiğini ve onlarla uzun
uzun baş başa kaldığını okudukça gözüne kıymık gibi batan yerleri fark edip not
aldığını anlayabiliyordum. Bir hikayede gençlik şairliğinden kalma sıralı
kafiyeli cümlelerimi artarda okuyunca kendimde rahatsız olmuştum. Buna karşılık
bazı hikayelerin içten gelip içe gittiğini ve içten okununca o sıralı
cümlelerin bir arka fon müziği gibi sessizce olaylara eşlik ettiğini söyledim.
Bir kaç edebi konuşmadan sonra en sevdiğim hikayeyi merak ediyor musunuz dedi.
Elbette dedim. Bu merakımı apaçık ortaya seren cevapla kendimi bir yumruk yemiş
gibi hissettim o an. “Eksik Gülüş hikayesi beni en etkileyen hikayeydi.” dedi.
Hikayedeki kadının gelgitlerini, adamın deli doluluğunu, hikayenin sonunda
adama üzüldüğünü söyledi. Sonra yaşamı uzun bir çilekli pastaya benzetirsek
hikayenin hayatı bu çilekli pastanın çilek barındırmayan ama çilek kokan, kimi
yerleri kuru kimi yeri erimiş bir kesitine denk geldiğini söyledi. Hoşuma
gitmişti tanımı. Peki dedim sen o hikayedeki kadın olsan sen ne yapardın? Duraksadı
düşündü bunu hiç düşünmemiş olmasından dolayı mahcubiyet yaşadığını hissettim.
Kadının yaptığını yapardım dedi. Adama üzülmüş olduğu halde ve hikayenin içine
bu derece girmiş olmasına rağmen bu cevabı vermesine şaşırdım.
Stant görevlileri standı toplamları gerektiğini söyleyince toplandık,
çantamı aldım ve çıktık. Tanışmaktan ve konuşmalardan dolayı çok memnun
olduğunu söyledi genç kız, son cevabı içimde garip bir burukluk bıraksa da ben
de memnun olmuştum. Bir şeyler söyledim laf değişsin diye veda sözlerinden
önce. Annesinin ne tarz kitaplar yazdığını sordum. Çocuk kitapları yazıyormuş,
adı …..mış, bu aralar baya rağbet görüyormuş. Annesinin adını duyup zihnimin
duvarlarında yankı yankı büyümesinden sonra kızın gözlerine dikkatle bakmaya
başladım. Kendime engel olmaya çalışıyor ve başaramıyordum. Hayatta yazmak
gibiydi. Hem coşkun hislerle o anı yaşamak ister, hem yaşamaktan köşe bucak
kaçarken, zaman eriyiveriyordu şimdi denen perdenin üstüne. Vaktim varsa gelip
annesiyle tanışır mıymışım, vaktim yoksa çantasından çıkardığı annesinin
kitabını hediye edebilir miymiş?, böyle son vermişti genç kız sözlerine. Kitabı
aldım, adına baktım, teşekkür ettim, çantama koydum. Arkamı dönüp kapıya doğru
yürürken aslında geçmişte mi, gelecekte mi, bir bodrum katında küçük ve
karanlık bir odada mı, sahil boyu kumlar üzerinde mi, aklımın içinde yada
yüreğimin üzerinde mi yürüdüğümü bilmiyordum.
Genç kız muhtemelen annesinin yanına gidip kitabı çıkarıp yazarıyla
tanıştığını deminden beri sohbet ettiğini, telefona bu yüzden cevap vermediğini
söyleyecek, annesi kitabı alacak, yazarının ismini okuyacak, ilk sayfada yazan
yazarın kısa hayat öyküsüne bakacak, sakin tavırlarıyla gözlerini başka yönlere
kaçırmaya çalışacak, kitap hakkında birkaç soru soracak, tavsiye ediyorsa bu
gece okumak istediğini söyleyecek, çantasına koyacak, eve gidince ilk iş olarak yorgun olduğunu
söyleyip odasına çekilecek, merakla kitabı okuyacak ve kitabın üstünde gördüğü
adın “Eksik Gülüş” hikayesindeki adam olduğunu ve kendisinin de o hikayedeki
kadın olduğunu gözleri kendisine bu kadar çok benzeyen kızına asla
söylemeyecekti.
İşte o zaman o hikayedeki adam ben olmuş olacaktım.