21 Şubat 2019 Perşembe

yeşil nar ağacı ile ilgili görsel sonucu

YEŞİL NAR
Yokuşu çıkıp sokağa girdiğimizde nefes nefese kalmıştık. Gençliğimizin ortalarında yarım izmarit gibi tüten bu halimizi Sütçüler yokuşunun dikliğine verdim. İçten içe gideceğimiz yerle de ilgili olduğunu hissediyordum. Pek adetimiz değildi ya, akraba ziyaretine gidelim demiştik. Yapılan bir işin listede tik ile işaretlenmesi gibi ferahlık verirdi böyle şeyler. Tik işaretinin ucu yukarı doğru giderken tepenizde bir kuş kanat çırpmış olur ve siz de bu kanat çırpmanın oluşturduğu ufak kısa esintiyi zihninizde hissederdiniz.
Nar ağacının sokağa taşmış dallarının ucunda iki yeşil nar dikkatimi çekti bahçeye girmeden. Çarşıdan bir tane alınıp eve gelince çoğaldığını bildiğimiz narın, evde yeşillere bürünmüş ham haliydi. Evdekilerin hayatlarını temsil ettiği fikri peyda oldu zihnimde. Bir yandan böyle düşündüğüm için kendime kızarken, bir yandan bu düşünceyi usul usul büyüttüm. Dalda yeşil halde kalmış nar, onların beklentilerini, hüzünlerini, neşelerini, yalnızlıklarını, bayram sabahları kahvaltıda kaynatılan iki yumurtayı, sabahın sessizliğini bozan tek ses olan çay kaşığının bardağı öpme sesini içine saklıyor gibiydi.  Bunlar zihnime dolarken sanki yeşil narların biri bana suçlu kaçamak bakışlar atıyordu. Diğeri yaşını başını almış babacan polis olmuş, böyle şeyler düşünülmez, ayıp oluyor, hayat işte, kader diyordu. Nar ağacının yanında, kardeşi tarafından istenmiyormuş veya kıskanılıyormuş gibi duran incir ağacı duruyordu. Öyleki yanlış hesaplanmış bir aile politikası karşılıyor gibiydi bu eve gelenleri. Her ikisi de bir yanlarıyla sokağa taşmış, sokağın tozuna bulanıyordu ama evin sahibi olduklarını belirtircesine bahçe duvarının iç tarafında dimdik duruyordu.
 Kapıyı çalarken nefeslerimizi düzeltmeye zamanımız oldu. Geriye gitmeye çalışan ayaklarımız hafifledi. Zihnimdeki yersiz yakıştırmalar dağılır gibi oldu. Biliyordum ki ritmi kaçmış nefesler sözleri de raydan çıkarır, düşüncelerin ve duyguların yanlış arkadaşı olup sapa yollara saptırırdı. Zil uzun uzun çaldı. Kapıyı açan olmadı. İçeride bir yaşam belirtisi de görülmüyordu. Zili tekrar çalıp bekledik. İçimden bir ses “geldik ama yoktunuz” cümlesinin hamurunu yoğururken, biri de “al işte onca yolu boşa yürüdünüz” cümlesini fırına verdi. Tik işaretinin aşağı yönlü çizgisi bitip yukarı doğru meyletmişken iç kapının arkasındaki perde aralandı, beyaz yazmasıyla bir kadının eksilmiş dişlerini saklamaya çalıştığı gülümsemesi göründü.
Neler dememiz gerektiğini çok da kestiremediğimizden, kalıplara sığınıp her ziyaretin olması gereken sözlerini karşılıklı sarf ettik. Nasılsın, iyiyim, sen nasılsın faslının herkese değen büyük halkası tamamlanmıştı. Tatlılar gelmiş, işlerin nasıl gittiğine dair üstün körü laflar edilmişti. Sonra zamanı ve uzayı geren o sessizlik başladı. Hayatlarının en büyük paydası akraba olmak olan insanların bir araya gelince konuşacak bir şeyler bulma çabaları, derimize batan o iğnemsi sessizliği dağıtmaya kalkışır. Fakat bunun diyaloğa dönmesi ortamdaki kişilerin maharetine bakar ve biz bu konuda bir hayli beceriksizdik. Gerilen odanın içinde ellerimize ve gözlerimize ayrı ayrı yerler arıyor, bir yandan kafamızda şunu mu desek bunu desek o konuyu açsak ne konuşacağız ki makaralarını döndürüyorduk. Derken bir sesle irkildik. Bu ne kıyamet habercisi Sur’un üflenme sesiydi, ne bir çığlık, ne bir siren sesi. Yakınlardan basbayağı evin içinden enfes bir kuş sesi geliyordu. Şaşkındık. Hem üzerine konuşulacak şey bulunmuştu hem de düpedüz hoşumuza giden bir sürprizdi bu güzel ses.
“Ne güzel ötüyor, kuş mu aldınız, ne kuşu?”, diye sordum. Enişte yarı müstehzi gülümsedi her zamanki gibi. Kanaryaymış. Üç aydır yanlarındaymış. İki taneymişler Boncuk ve Maviş. Bunlar muhabbet kuşu ismi değil miydi ya diyecek oldum, sonra montun cebinde bulunan para gibi sevindiren bu piyangonun keyfini çıkarmak varken ne gerek var dedim çıkıntılık yapmaya. İştahsız bir ziyaretten görevi yapmanın ferahlamasını beklerken, sessiz sakin bu mahalle arasında kuşların sesiyle içimdeki ormanların hafif ve dinlendirici rüzgarlarını hissediyordum. “Görebilir miyiz nerde bu güzellikler?” dedim. Annemin halasının bize yol göstermesiyle arka bahçeye doğru seyittik. Mutfaktan çıkılıyordu bahçeye. İki kuş kapının hemen ardında küçük sundurmanın altında kafeslerindeydiler. Ve insanın içini kuş sevgisiyle dolduran o güzel sesleriyle ötüyordular.  Bahçeye açılan kapının önünde bir çift terlik vardı, terliklere basıp ayaklarımı sürüdüm. Diğerleri kapının eşiğinde yan yana kuşlara bakıyordu. Enfes bir müzik ziyafetiydi bu duyduğumuz.
Kuşlar ötüyordu fakat bir terslik vardı. Yaklaştıkça bu sesin kuşlardan gelmediğini fark ettim. Afalladım. Diğerlerine baktım henüz onlar bir şey anlamamıştı. Kaşlarımı anlamaya çalışır gibi çatıp, kulak kabarttım. Kuş sesleri geliyordu hala. Başımı sağa sola çevirip eni konu arandım. Seslerin yandaki pencereden geldiğini anladım sonunda. Hâlâ bendeki bu halin ne olduğuna anlam vermeye çalışıyorlardı diğerleri. Yüzümdeki memnuniyetsizliği sezmişlerdi. “Ee bu kuşlar ötmüyor ama hala.” dedim.  Halanın yüzünde eksilmiş dişlerini saklamaya çalışan gülüşü göründü yine. Bu gülüşün yıllar içinde eniştenin o müstehzi gülüşünden de pay kaptığını fark ettiğim o an kafamda bir şeyler kıpırdadı. Girişte gördüğümüz nar ve incir ağacı geldi aklıma. İhtiyar akrabalarımız deminden beri seslerini çıkarmamış, toyluğumuza ince ince gülmüş, bizimle küçük bir oyun oynamışlardı.
Ben mutfağa dönünce hala anlatmaya başladı. Bir yandan da ikram edecek bir şeyler daha aranıyordu. “Üç ay önce aldık kızlarımızı. Bebekler daha ötmüyorlar. Enişteniz ötmeye alışmaları için telefona kuş sesi indirtti. Kuşçu çocuk halledivermiş sağ olsun. Pencerede duruyor öyle çalıyor sürekli. Benim kızlarım da ötecek yakında inşallah, bir dahaki bayrama gelince dinlersiniz artık.” dedi. Şaşkınca birbirimize bakıp gülüyorduk, “hala sen bize bir bardak su veriver.” dedim.
Kuş sesleri geliyordu kulağımıza ve sanırım o kadar da mükemmel değildiler.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder