18 Kasım 2017 Cumartesi


İlgili resim

KARAMEL
Saul öldü
Bi mahkumdu hayatında
Ölürken yüzü güldü
Tek isteği oğlunun külü
Saçılmasındı nehre
Bir haham aradı durdu
Gömebilmek için ömrünü
Ortaya koyduğu oğlunu
Kaptırdı nehre
Kaçarken gamalı gamsızdan
Saul öldü
Oğlu gömmeye uğraştığı bir ölüydü
Gözleri ne acılar gördü
Saklandıkları yere bakan çocuktan önce
Seke seke çocuk kayboldu
Kurşun sesleri arasında
Şimdi herkes soyunsun
Sıcak kahveler duştan sonra

15 Kasım 2017 Çarşamba

İlgili resim

ERGUVAN VAKTİ
“Kendimi bir zaman diliminde birkaç insanla birlikte sıkışıp kalmış hissediyorum. ”dedi.
Üniversite zamanları, hayallerin gerçeğe en yakın olduğu çağlar... Okula yakın otururduk. Olmayan evin bahçesiydi okulun bahçesi. Yaza koşan günlerin serin akşamlarında bilhassa. Çeşit çeşit arkadaşlarım vardı sonra, hepsinin ayrı hikayesi, ayrı yaşamlar için dönen yuvarlak dünya. Etek severdim o zamanlar. Uzun, renkli, çiçekli. Çimlere yayılınca poz verir gibi olurdum. Gülümserdim nedensiz. Severdim öyle oturmayı, eteklerimde bir sürü arkadaş biriktirdim, “hiç bir şey yoksa bile şu üniversite zamanımda bir sürü arkadaş edindim.” derdim. O gece misafir gelmişti bize Şükran, yatılı. Yemeğimiz yiyip zor atmıştık kendimizi dışarı. Kızların dışarda gezmesinin hoş karşılanmadığı saatlerde okulun bahçesinde kantinin haşlak çaylarından içebiliyorduk. Özgürdük kendi bahçemizde! İyi gibiydik o ara Şükran’la. Hiç kötü bir şey yaşamamışız gibi, hiç kötü davranmamış, hiç kalbimi kırmamış gibi iyi. Uzun uzun konuştuk sevdiği çocuktan, hayallerinden. O anlatırdı zaten genelde, ben de dinlerdim. Tartıştıkları zaman gelir anlatır, benden kendi tarafını tutmamı beklerdi, bende çoğunlukla Ahmet’e hak verirdim. Ahmet, sevdiği çocuk Şükran’ın. Kızardı bana, anlamıyorsun derdi. Kızmasını anlardım. O akşam ama hiç bunlar yaşanmıyor gibi iyiydik. Belki de bahçeyi saran erguvan kokuları bizi iyileştirmişti. Çiçeklerin iyileştiren yanlarına inanırdım çünkü. Bir adam özür dilerken ellerinde çiçeklerle gitmez miydi mesela bir kadının kapısına. Konuştuğumuz konuların olağan sırası bitip beynimizin dibindekileri çıkarma zamanı gelmişti.  Uzun konuşmalar uzun seyahatler gibi gelir bana. İlerledikçe daha kendisi olur insan. Tanımak için birini alışveriş ya da yolculuk derler ya hani o hesap. Vakit ilerlemiş pek kimse kalmamıştı bahçede. Az ilerde bir çocuğu bir köpek kovalamış, çocuğun haline gülmüştük hepimiz. Kahkahalarımızın son ha’sı biter bitmez konuştu Şükran. “Kendimi bir zaman diliminde birkaç insanla birlikte sıkışıp kalmış hissediyorum. ”dedi. Bir an baktı gözlerime, kaçırdı sonra gözlerini.
İyiydik aslında o gece. Daha önce kötü şeyler yaşanmamış gibi. Sona mı saklar insan en söylemek istediklerini? Bir kahkahanın peşine nasıl iliştirir sıkışmışlığını? Uzaya giden kahkaha sesinin ucuna ilişmiş bir sıkışmışlık hissi garip geliyor. Eğreti duruyor. Erguvanlar gevşetmişti belki de onu böyle ya da beni. Hislerime güvenirdim çünkü ben, anlardım onun içinde biriken kinin diriliğini.
Çiçeklerin kadınları gevşettiğine inanırım. Bir adam onca hatasından sonra özür dilerken ellerinde çiçeklerle gitmez miydi mesela bir kadının kapısına. Geçmişe doğru büyüyen hataların ucuna ilişmiş bir buket çiçek. Eğreti duruyor.


13 Kasım 2017 Pazartesi

neon lamba  bar fotoğrafı ile ilgili görsel sonucu

NEON PARLAMASI
Adamın aklında nesneler, mekanlar, kişiler birer otoban uğultusuna karışmış akıyordu. Sakince ellerini ceketinin cebinden çıkardı ve yürümeye devam etti. Neon lambalarında koca koca kırmızıların yanıp söndüğü barın kapısına geldiğinde gözlerini yukarı kaldırdı. Badigart herif bu bakışların ateşinde eridi ve sesi Afrika’nın dipsiz kuyularına kaçtı. Adam kollarını sıvayarak, yavaş ve kayan bir yıldız gibi merdivenlerden bir kat çıktı. Girişte ayaklarını asker selamıyla iki yana çevirip kendi etrafında 180 derece dönebilirdi. Merdivenden çıkarken bunu hayal etmişti ve çok komik bulmuştu. Bazen öyle olur hayal ettiğiniz bir şeyi yapmayıverirsiniz. Girişte hareketsiz dikildi kaldı. Gözüne ilk ilişen masaya oturdu. Fazlası dönen siparişlerinden birini garson kızın masasına bırakmasını izlerken bir hayalet olduğunu düşünüyordu. Beyni eriyordu ve masaların altından insanların ayaklarına doğru akıyordu. Bardakiler ayakkabılarının altında onun beynindeki fikirlerden birkaç parça götürecekti evine giderken. İçkisini tek yudumda bitirdi. Kafasını iki yana salladı. Sahneye genç bir kız çıktı kenardan bir yerden, yavaş ve kayan bir yıldız gibi. Ufak bir selam verdi kim olduğunu önemsemediği topluluğa. Gözleri kimsenin görmediği bir yere bakar gibiydi. Şarkısına başladı. Sesinde taşıdığı dolgunluğu doğduğu coğrafyaya, bir nevi kaderine borçluydu. Duygulu duygulu okudu. Bardakiler şarkı bitiminde hiç de bu kadar iyi olacağını beklemedikleri şarkıcı kızı alkışlarken keyifli keyifli, kollarını yana salmış gözleri kapalı duruyordu kız. Alnının çatından vurulup kızıl kanı kocaman neon lambalar gibi parladıktan sonra ve ondan da sonra, hep, kolları iki yanda gözleri kapalı durdu. 

6 Kasım 2017 Pazartesi

İlgili resim


EPEYDİR YAĞMUR BEKLİYORUM
Yağmuru bekliyorum. Günler geçti. Pencerenin kenarından göğü, göğün kızılını, mavisini, kaybolup sonra bin bir şekil ortaya çıkan beyazını izliyorum. Hatırlamaya çalıştığım bir isim var aklımda. Bir sorunun cevabı olduğunu düşündüğüm bir isim. Bir cümle, bir anı, bir ses, bir yer, bir koku değil. Zamanı kafamda eskiye doğru sarıyorum. Kesikli kesikli geri gidiyor ve inatçı üstelik, ne çok ayak diretiyor. Dalgınlığıma geliyor bazen, ara sokaklara kuytulara sapmış olarak buluyorum onu. Peşinden koşuyorum. Bilmediğim bahçelere dalıyor, unutmak istediklerimden geçiyor. Şu zaman ne haylaz, geri doğru giderken bile kabına sığmıyor. Yoruluyorum haliyle. Kendime geldiğimde karşı duvarda uslu çocuk gibi asılı duran saate bakıyorum. Her seferinde neyi hatırlayacağımı unutuyorum. Gözlerimi göğe çeviriyorum. Göğün grisini arıyorum. Epeydir yağmur bekliyorum. Beklemek ekşiyor. Taze bir bekleyişin tadı geliyor hafızama kimi zaman. Sonra beklemenin o ekşiyen kokusu. Mutfakta papatya çayı dolu. Beklemenin kokusunu papatya alır diye duymuştum. Papatyanın kokusunu severim. Sarı en çok beyazın yanında asil durur sonra. Evime papatyalar toplamak isterdim. Şu plastik vazonun içinde solana kadar dururlardı. Papatya çayının da beyaz küçük poşetleri var. Geçen akşam canımın iyice sıkılmış ki, bu küçük poşetlerden süs olur mu diye düşündüm. Kutusundan çıkardığım 30 kadar beyaz küçük papatya kurusu dolu poşetle bir süre oynadıktan sonra, su kaynattığım bir tencerenin içine attım hepsini. Suyun renginin sarıya, sarıdan kahverengiye dönüşmesini izledim. Bir an durup ne yapıyorsun dedim. Kendime güldüm. Delicilik oynuyordum kendimle. Aklımın başında olmasına ağladım. Gözlerim yaşlardan kurtulur kurtulmaz, pencerenin önüne seğirttim. Bir süredir yağmur bekliyorum. Geceleri iyi de, gündüzleri göğe bakmak zor oluyor. Güneş gözlüğü aldırdım geçenlerde. Göğün güzel mavisi, beyazı kahverengiye dönüyor. Böylesini sevmiyorum, hatta içten içe bu duruma gıcık kapıyorum ama kendime renk vermiyorum. Kanıyorum hemen zaten kendim, kendim yalanlarıma. Kahve canım çekiyor hem bak böyle diyorum. Bahaneler buluyorum. Bahane bulmakta da iyiyimdir ben, bir de şu aklımdaki ismi bulsam. Bir cümle, bir anı, bir ses, bir yer, bir koku değil, bir isim. Geçmişte olduğuna eminim üstelik. Şimdiki zamanda olsa kahverengi de olsa görürdüm. Gözünün önündekini göremeyecek kadar kör müyüm ben? Beklemek kör eder insanı, öyle değil, anlam körlüğü bu. Beklediğinin dışında diğer her şeyin anlamını yitirdiği, rüyaların istila edildiği, gecelerin uzadığı, gecelerin tekrarlara düştüğü, gecelerin kalabalıklaştığı bir hal. Üşümedim. Gözlerim de kapanmıyor. Bazen kafamda içli bir keman çalıyor. Yağmur bekliyorum. Kimselere haber vermeden gelen, sürprizlerin en güzelini yapan, tanıdığın kokusunu, yaşadığın hatıraların üzerine serpip, gözbebeklerinde güneşten ödünç aldığı bir ışıltıyla gelen dostu bekler gibi bekliyorum.
Trampetler çalıyor. Günlerden pazar ve bugün bayram. Okullu çocuklar tören yapıyor evimin karşısındaki okulda. Trampetler çalıyor. Çocuk sesleri ninni gibi geliyor. Trampetler çalıyor. Kırmızı bir balonda yükseliyorum. Bir bulutun kapısını çalıyorum. Göğe yağmur soruyorum. Dönüp bakan yok. Trampetler çalıyor. Uyanıyorum. Duvardaki saate ilişiyor gözüm. Trampetler çalıyor. Bu saatte ne töreni ne trampeti diyorum. Perdeyi aralayıp göğe bakıyorum. Boydan boya griyle karşılaşıyorum. Trampetler çalıyor. Okulun bahçesinde kimseyi göremiyorum. Trampetler çalıyor. Teneke çatıya çarpan yağmur sesini idrak ediyorum. Ağlamaktan mıdır, pencereye düşen yağmur damlalarından mı göğü buğulu görüyorum. Trampetler çalıyor ve ben dışarı koşuyorum yalın ayak. Başımı griden siyaha dönmek üzere olan göğe dikip ellerimi iki yana açıyorum. Günlerden pazar ve bugün bayram. Trampetler çalıyor. Hatırlıyorum. Mahir…