30 Nisan 2015 Perşembe


YIKIK DUVARLAR
Fiyakasız bir yaşama razıydı adam. Vade doldurmak gibi bir şeydi onun için yaşam.
Vasattan hallice bir iş için dört sene okudu. Okurken onun bunun ağız kokusunu, dedikodusunu, acayip huylusunu, devanası dev egosunu sineye çekti. 
Dahası da oldu.
Aşk var dediler acısını çekti, sigara uzattılar duman duman içine çekti, geçmezdi günler bir siyah tesbihle “ya sabır!” çekti, telefonlarını uzattı insanlar, mutlu yüzlerin fotoğrafını çekti.
Mutluluğu fotoğraflarda dondurup, aşkını sigara dumanlarına yükledi.
Fiyakasız bir yaşama razıydı adam.
Biri, vasattan hallice olan iş hayalini kenarından köşesinden çekti, eğdi, burdu, yaydı.
Hayaller bazı adamların en hassas noktalarıydı. Dayanamadı kırıldı.
Kırılan bir parça geldi dokundu tesbihin ipini kesti. İp koptu, tesbih taneleri dağıldı.
Fiyakasız bir yaşama razıydı adam, ama, fakat lakin…
Adam durdu durdu, bir “ah” çekti.


-diken uçları-

29 Nisan 2015 Çarşamba

MEMUR
Devlet memuruydu. Gerçek bir devlet memuru. Hafif griye çalan bir takım elbise. Kırlaşmış ve üstlerden dökülmeye başlayan saçlarını gizlemeye çalışan genç işi çizgili siyah bir kravat ve çehreye iliştirilmiş ‘’ heeey siz var ya hiç umurumda değilsiniz! ‘’ gülüşü… Her şeye rağmen 43 gösteriyordu. Tüm bu çabalar boşa gitmiş gibiydi. Üniversiteli gençlerin arasına karışıp bir yaz akşamında genç işi şarkılar çalan bir bara gidip iki bira yuvarlamakla genç olunmuyordu ya. Alnındaki çizgiler ‘’ yatay çizgiler’’   ve  göz altlarındaki torbalar, evde onu bekleyen menapozuna ramak kalmış karısını ve biri şehir dışında üniversite okuyan üç çocuğunu ele veriyordu. Gayri safi milli hasıladan payına düşeni umarsızca içerek tüketmesi ona da garip geliyordu. Bir o kadar da heyecanlı. Kendini yılara meydan okuyormuş gibi hissediyordu.
Çişi gelmişti. Yüzündeki aptal sırıtmadan vaz geçmeyerek kalktı masadan. ‘’ Pembe bir mezarlık gördüm rüyamda…’’ Mezarları düşünecek kadar yaşlanmış mıydı? Yok canım daha neler. Hem daha prostat sorunu bile yoktu. İşedikçe mutlu oldu.  Ellerini gelişigüzel yıkayıp masasına döndü. Kaymakamlıkta çalışıyordu. Masada oturan kendinden en az onar yaş küçük diğer kaymakamlık çalışanları kadar neşeli olmaya özen gösteriyordu. Dört kişiydiler. Gençler ayıp olmasın diye çağırmış, o da ayıp olmasın diye kabul etmişti. Pek sevmezdi bu yeni yetmeleri  ama aralarında olmaktan haz da alıyordu. O sönük suratlı, buruşuk penisli (pisuvarda yan yana işerken görmüştü) bunak amiriyle takılmaktan daha cazipti.
‘’Bir bira daha’’  diye seslendi seslendi kot şortlu, büyük göğüslerini derin dekoltesiyle servis eden garson kıza. Boş bira şişesini alan garson kızın parmaklarına parmaklarını sürttü hafifçe.  Saçları siyah, gözleri gerçek maviydi. Kalçaları dolgun, hareketleri zarif,  gülüşü bahar çiçekleri, kokusu miski amber, dudakları ahuydu.  Oturduğu yerden, dizini belli belirsiz garson kızın bacaklarına sürttü. Bira şişesini avucunda sıkıştıran garson kız, kırk sekizlik devlet memuru Recai beyin gözlerine gözlerini dikti. Yaşlı olan kalp olanca gücüyle kan pompalamaya başladı. Tam bir şey söyleyecekmiş gibi kırmızı dudaklarını araladığı anda Recai beyin telefonu çaldı. Garson kıza gülümseyerek masanın üzerindeki telefonunu işaret etti. Henüz yirmi dördündeki kızın nefesi içinde kaldı.
-Alo, efendim hayatım.
-Recai neredesin?
-Geliyorum hayatım.

-Recai. Ufuk’a bir şey oldu Recai. Nefes almıyor galiba Recai. Ağlamıyor da, el kadar bebe neden ağlamaz Recai. Çok derin uyuyor galiba Recai. Gel de uyandır Recai. Babasını görse kalkar belki Recai.



                                                                                                                    -alengirli silindir-

25 Nisan 2015 Cumartesi


AĞIZDA KALAN TAT
Beş yıl oldu evleneli.
Ağız tadımı, sevdiğim yemekleri, mezeleri öğrendi karım. Kimini eşten dosttan internetten çoğunu annemden öğrendi.
Geçenlerde kahvaltılarda, özellikle bayram sabahları, annemin yaptığı bir meze geldi aklıma. Karım bunu bilmiyordu.
Annem iki ay önce öldü. Hayatımızda olan gölgelerini, varlığının büyüleyici rahatlığını ve bizi en çok bilen insanın bize dair bildiklerini alıp gitti.
 Şimdi bir bayram sabahı kahvaltıda, o meze geliyor aklıma. Eksikliğimi ve insanlığımı hissediyorum.


Ölenle ölmüyor insan, eksiliyor.




-diken uçları-

22 Nisan 2015 Çarşamba



REDDE SEBEP
Pekala olabilirdi oysa.
Sevebilirdi beni. Yokuşları kol kola çıkabilirdik. Asma yapraklarını türkü söyleye söyleye toplayabilir, ikindi vakti iki renk kek yapıp sıcak sıcak çayla doyana kadar yiyebilirdik.
Paylaşabilirdik yani onunla bir hayatı.
Gel gelelim çok neden de sayabilirim bunların olmamasına.
Denizleri tuzunu, yolların düzünü, tatsız domatesleri, mide gurultularını, ötmeyen kuşları, iklim değişikliklerini hatta boğazlı kazakların boğuculuğunu bile sebep olarak gösterebilirim.
Fark eder mi, ne değişir?
Sevmedi.


-diken uçları- 

13 Nisan 2015 Pazartesi

heybetli fesleğen



her sabah olduğu gibi bu sabah da yedi otuzda çalan alarmla uyandı. her sabah olduğu gibi bu sabah da mutsuzdu ve birkaç dakika hayatı sorgulayarak güne başladı. ağzı bok yemiş gibiydi ve ağzının foseptik çukuru gibi koktuğundan da emindi. hızla elini fesleğenine attı, ıslak olup olmadığını kontrol etti. kuruydu. biraz okşadı ve kokusunu hissetti. sonra fesleğenini suladı ve kalkıp duş alıp hazırlandı.

yedi elli beş. birkaç parça bişeyler atıştırıp kravatını henüz düzeltmeden kendini dışarı attı. her sabah sektirmeden sekizi iki geçe duraktan geçen otobüse yetişmek için hızlı adımlar attı. 

sekiz yirmi dokuzda ofisindeydi ve yine berbat selamlaşmaları yapıyordu. herkese sahte bir şekilde gülümsemek ve günaydın demek zorunda hissediyordu. arif beyin masasındaki fesleğene gözü takıldı, oldukça büyük görünüyordu. arif bey de bakışlarını farketmiş olacak ki biraz utandı. o da gözlerini kaçırdı.

masasına geçti. bilgisayarını açtı, maillerini kontrol etti. reklam mailleri dolmuştu yine kutusuna. bir reklam dikkatini çekmişti: “doğal maddelerle fesleğenlerinizi büyütmek istemez misiniz?”. 

iyi de fesleğenin büyüklüğünün ne önemi vardı ki, önemli olan işleviydi. okşayınca güzel kokması yeterliydi. zaten fesleğenini okşamayı çok seviyordu. bunların para tuzağı olduğunu düşünüp içinden küfür savurdu. saat dokuz olmuştu ve henüz işe başlamamıştı.

dokuz otuz. sekreter aysun kapıyı tıkladı. günlük incelenmesi gereken dosyaları getirmişti. hergün olduğu gibi bugün de oldukça çekici ve tahrik edici giyinmişti. bu kadın bir erkeği nasıl baştan çıkaracağını biliyordu. zaten o da baştan çıkmaya dünden hazırdı. 

aysun hanım dosyaları masaya bırakırken abartılı bir şekilde masaya eğildi. dosyaları bıraktıktan sonra bakışlarını masanın altına doğru çevirdi. derken fesleğeni gördü. gözlerinin içi gülümsedi. saçlarını yana doğru attı. böyle yapınca çok seksi göründüğünün farkında olmalıydı. 

elini fesleğene doğru uzattı. usulca okşamaya başladı. bir tutam yoldu ve ağzına götürdü. çiğnemeye başladı. bu kesinlikle dünyanın en güzel sahnesiydi. o ise sadece onu izliyordu.

aysun hanım fesleğeni okşamaya devam ederken heyecanla ne yapacağını bilemedi. bir şey yapmalıydı. birden masasındaki suyu alıp fesleğeni suladı. 

saat dokuz otuzüçü gösteriyordu ve aysun hanım bu kadar erken beklemiyor olmalıydı ki yüzünü buruşturup odadan çıktı.

hemen mail kutusunu açtı ve diğer reklamları incelemeye karar verdi. fesleğenin ideal sulanmasını ayarlaması gerekiyordu.


-vismaior-          

12 Nisan 2015 Pazar


Karda Kışta Bir Serçe  Üşümüş Dal Üstünde

NİSYAN GÜNLERİNDE AŞK  /( SA’V)

Bir münadi ağzında büyüttüğü kelimeleri
Saldı, vakitlerin en yorgununda
Diyordu ki serçe kuşu tüllendi
Diyordu ki ak kanatlar süslendi
Sandık ki serçe kuşu dündendi
Bilirdik ki acı ve mutluluk aynı düğümdendi
Bir nasi içinde unuttuğu kelimeleri
Buldu, vakitlerin en durgununda

Asılı kalıyordu ağızdan çıkan kelimeler
Yasa has siyahlar giyilmişti
Kimi sesli kimi sessiz harfler
Heyula gibi karşıma dikilmişti
Yalanın kuyruğunu taşıyordu nedimeler

Diyelim ki hikâyenin kötü prensesi
Diyelim ki kalpsizdi üstelik
Diyelim ki çift taraflı ceketler giyerdi
Diyelim ki tılsımlı zehirler sürerdi gözleri
Diyelim ki ovmakla çıkmazdı kirleri
Ve yine diyelim ki ölmüştü bir yaz günü

Ölüler de can yakar ne diyelim ki

pink



8 Nisan 2015 Çarşamba



KAPANA KISILMANIN MUĞLAK TARİHİ
gecenin ortalarına az kalmıştı.biri adam biri kadın iki kişi arkalarına bakmadan  kalıplarını yırtarcasına bir hamle yaparak kaçtı şehirden ve geçmişten.
tepesi düz dağları uzun kavaklar sıralı yolları ve nilüferlerin gelin gibi süzüldüğü gölleri geçip akşamların çocuk gözleri kadar parlak gündüzlerin bebek uykusu kadar huzurlu ismi önemsizleşmiş o şehre vardılar.
varlıklarından memnun ama onları umursamaz davranan insanların arasında istedikleri gibi yaşamaya başladılar.
aşkın tüm evrelerine dalıp sihirli değneklerin ışıltısında dans ettiler.
sahil boyu kumlarda koşup sabaha kadar en çılgın en ilginç hayallerini anlattılar.
en sevimli tebessümlerini süslü tepsilerde sunup en büyük kahkahalarda ıslandılar.
ne ona takıldılar ne buna ne yaşa ne başa ne zamana. 
hani depderin uykuların saklı köşelerinden çıkıp sürpriz duygular sunan rüyalarımız olur ya onlar gibi katışıksız masum dolu dolu rengarenk bir hayat yaşadılar.
öyle gitmenin de bir bedeli vardı.
vakit gece yarısına yaklaşmıştı.
sessizlikte bir ses duydular.
anlamaya ve ağlamaya başlamaları eş zamanlı oldu.
aynı dağları aynı yolları aynı gölleri aşan bir kara nefes yılan gibi süzüldü önce kadının damarlarına.
kadın yere yığıldı.
bedel ödemek adama daha ağırdı.
o sahip olduğu masalsı kızı gözü önünde yitirdi.
bunun acısı beyninin ve kalbinin kıvrımlarında doruklara ulaştığı an o kara nefes adamın damarlarına derin bir ahh çekiş gibi girdi.
adam yere devrildi.
ritmik bir uğultu fısıldıyordu ağaçlar.
ayak sesleri gibi, nefes almak gibi, gitmeyi isteyip gidememek gibi..

A.Y.