18 Kasım 2017 Cumartesi


İlgili resim

KARAMEL
Saul öldü
Bi mahkumdu hayatında
Ölürken yüzü güldü
Tek isteği oğlunun külü
Saçılmasındı nehre
Bir haham aradı durdu
Gömebilmek için ömrünü
Ortaya koyduğu oğlunu
Kaptırdı nehre
Kaçarken gamalı gamsızdan
Saul öldü
Oğlu gömmeye uğraştığı bir ölüydü
Gözleri ne acılar gördü
Saklandıkları yere bakan çocuktan önce
Seke seke çocuk kayboldu
Kurşun sesleri arasında
Şimdi herkes soyunsun
Sıcak kahveler duştan sonra

15 Kasım 2017 Çarşamba

İlgili resim

ERGUVAN VAKTİ
“Kendimi bir zaman diliminde birkaç insanla birlikte sıkışıp kalmış hissediyorum. ”dedi.
Üniversite zamanları, hayallerin gerçeğe en yakın olduğu çağlar... Okula yakın otururduk. Olmayan evin bahçesiydi okulun bahçesi. Yaza koşan günlerin serin akşamlarında bilhassa. Çeşit çeşit arkadaşlarım vardı sonra, hepsinin ayrı hikayesi, ayrı yaşamlar için dönen yuvarlak dünya. Etek severdim o zamanlar. Uzun, renkli, çiçekli. Çimlere yayılınca poz verir gibi olurdum. Gülümserdim nedensiz. Severdim öyle oturmayı, eteklerimde bir sürü arkadaş biriktirdim, “hiç bir şey yoksa bile şu üniversite zamanımda bir sürü arkadaş edindim.” derdim. O gece misafir gelmişti bize Şükran, yatılı. Yemeğimiz yiyip zor atmıştık kendimizi dışarı. Kızların dışarda gezmesinin hoş karşılanmadığı saatlerde okulun bahçesinde kantinin haşlak çaylarından içebiliyorduk. Özgürdük kendi bahçemizde! İyi gibiydik o ara Şükran’la. Hiç kötü bir şey yaşamamışız gibi, hiç kötü davranmamış, hiç kalbimi kırmamış gibi iyi. Uzun uzun konuştuk sevdiği çocuktan, hayallerinden. O anlatırdı zaten genelde, ben de dinlerdim. Tartıştıkları zaman gelir anlatır, benden kendi tarafını tutmamı beklerdi, bende çoğunlukla Ahmet’e hak verirdim. Ahmet, sevdiği çocuk Şükran’ın. Kızardı bana, anlamıyorsun derdi. Kızmasını anlardım. O akşam ama hiç bunlar yaşanmıyor gibi iyiydik. Belki de bahçeyi saran erguvan kokuları bizi iyileştirmişti. Çiçeklerin iyileştiren yanlarına inanırdım çünkü. Bir adam özür dilerken ellerinde çiçeklerle gitmez miydi mesela bir kadının kapısına. Konuştuğumuz konuların olağan sırası bitip beynimizin dibindekileri çıkarma zamanı gelmişti.  Uzun konuşmalar uzun seyahatler gibi gelir bana. İlerledikçe daha kendisi olur insan. Tanımak için birini alışveriş ya da yolculuk derler ya hani o hesap. Vakit ilerlemiş pek kimse kalmamıştı bahçede. Az ilerde bir çocuğu bir köpek kovalamış, çocuğun haline gülmüştük hepimiz. Kahkahalarımızın son ha’sı biter bitmez konuştu Şükran. “Kendimi bir zaman diliminde birkaç insanla birlikte sıkışıp kalmış hissediyorum. ”dedi. Bir an baktı gözlerime, kaçırdı sonra gözlerini.
İyiydik aslında o gece. Daha önce kötü şeyler yaşanmamış gibi. Sona mı saklar insan en söylemek istediklerini? Bir kahkahanın peşine nasıl iliştirir sıkışmışlığını? Uzaya giden kahkaha sesinin ucuna ilişmiş bir sıkışmışlık hissi garip geliyor. Eğreti duruyor. Erguvanlar gevşetmişti belki de onu böyle ya da beni. Hislerime güvenirdim çünkü ben, anlardım onun içinde biriken kinin diriliğini.
Çiçeklerin kadınları gevşettiğine inanırım. Bir adam onca hatasından sonra özür dilerken ellerinde çiçeklerle gitmez miydi mesela bir kadının kapısına. Geçmişe doğru büyüyen hataların ucuna ilişmiş bir buket çiçek. Eğreti duruyor.


13 Kasım 2017 Pazartesi

neon lamba  bar fotoğrafı ile ilgili görsel sonucu

NEON PARLAMASI
Adamın aklında nesneler, mekanlar, kişiler birer otoban uğultusuna karışmış akıyordu. Sakince ellerini ceketinin cebinden çıkardı ve yürümeye devam etti. Neon lambalarında koca koca kırmızıların yanıp söndüğü barın kapısına geldiğinde gözlerini yukarı kaldırdı. Badigart herif bu bakışların ateşinde eridi ve sesi Afrika’nın dipsiz kuyularına kaçtı. Adam kollarını sıvayarak, yavaş ve kayan bir yıldız gibi merdivenlerden bir kat çıktı. Girişte ayaklarını asker selamıyla iki yana çevirip kendi etrafında 180 derece dönebilirdi. Merdivenden çıkarken bunu hayal etmişti ve çok komik bulmuştu. Bazen öyle olur hayal ettiğiniz bir şeyi yapmayıverirsiniz. Girişte hareketsiz dikildi kaldı. Gözüne ilk ilişen masaya oturdu. Fazlası dönen siparişlerinden birini garson kızın masasına bırakmasını izlerken bir hayalet olduğunu düşünüyordu. Beyni eriyordu ve masaların altından insanların ayaklarına doğru akıyordu. Bardakiler ayakkabılarının altında onun beynindeki fikirlerden birkaç parça götürecekti evine giderken. İçkisini tek yudumda bitirdi. Kafasını iki yana salladı. Sahneye genç bir kız çıktı kenardan bir yerden, yavaş ve kayan bir yıldız gibi. Ufak bir selam verdi kim olduğunu önemsemediği topluluğa. Gözleri kimsenin görmediği bir yere bakar gibiydi. Şarkısına başladı. Sesinde taşıdığı dolgunluğu doğduğu coğrafyaya, bir nevi kaderine borçluydu. Duygulu duygulu okudu. Bardakiler şarkı bitiminde hiç de bu kadar iyi olacağını beklemedikleri şarkıcı kızı alkışlarken keyifli keyifli, kollarını yana salmış gözleri kapalı duruyordu kız. Alnının çatından vurulup kızıl kanı kocaman neon lambalar gibi parladıktan sonra ve ondan da sonra, hep, kolları iki yanda gözleri kapalı durdu. 

6 Kasım 2017 Pazartesi

İlgili resim


EPEYDİR YAĞMUR BEKLİYORUM
Yağmuru bekliyorum. Günler geçti. Pencerenin kenarından göğü, göğün kızılını, mavisini, kaybolup sonra bin bir şekil ortaya çıkan beyazını izliyorum. Hatırlamaya çalıştığım bir isim var aklımda. Bir sorunun cevabı olduğunu düşündüğüm bir isim. Bir cümle, bir anı, bir ses, bir yer, bir koku değil. Zamanı kafamda eskiye doğru sarıyorum. Kesikli kesikli geri gidiyor ve inatçı üstelik, ne çok ayak diretiyor. Dalgınlığıma geliyor bazen, ara sokaklara kuytulara sapmış olarak buluyorum onu. Peşinden koşuyorum. Bilmediğim bahçelere dalıyor, unutmak istediklerimden geçiyor. Şu zaman ne haylaz, geri doğru giderken bile kabına sığmıyor. Yoruluyorum haliyle. Kendime geldiğimde karşı duvarda uslu çocuk gibi asılı duran saate bakıyorum. Her seferinde neyi hatırlayacağımı unutuyorum. Gözlerimi göğe çeviriyorum. Göğün grisini arıyorum. Epeydir yağmur bekliyorum. Beklemek ekşiyor. Taze bir bekleyişin tadı geliyor hafızama kimi zaman. Sonra beklemenin o ekşiyen kokusu. Mutfakta papatya çayı dolu. Beklemenin kokusunu papatya alır diye duymuştum. Papatyanın kokusunu severim. Sarı en çok beyazın yanında asil durur sonra. Evime papatyalar toplamak isterdim. Şu plastik vazonun içinde solana kadar dururlardı. Papatya çayının da beyaz küçük poşetleri var. Geçen akşam canımın iyice sıkılmış ki, bu küçük poşetlerden süs olur mu diye düşündüm. Kutusundan çıkardığım 30 kadar beyaz küçük papatya kurusu dolu poşetle bir süre oynadıktan sonra, su kaynattığım bir tencerenin içine attım hepsini. Suyun renginin sarıya, sarıdan kahverengiye dönüşmesini izledim. Bir an durup ne yapıyorsun dedim. Kendime güldüm. Delicilik oynuyordum kendimle. Aklımın başında olmasına ağladım. Gözlerim yaşlardan kurtulur kurtulmaz, pencerenin önüne seğirttim. Bir süredir yağmur bekliyorum. Geceleri iyi de, gündüzleri göğe bakmak zor oluyor. Güneş gözlüğü aldırdım geçenlerde. Göğün güzel mavisi, beyazı kahverengiye dönüyor. Böylesini sevmiyorum, hatta içten içe bu duruma gıcık kapıyorum ama kendime renk vermiyorum. Kanıyorum hemen zaten kendim, kendim yalanlarıma. Kahve canım çekiyor hem bak böyle diyorum. Bahaneler buluyorum. Bahane bulmakta da iyiyimdir ben, bir de şu aklımdaki ismi bulsam. Bir cümle, bir anı, bir ses, bir yer, bir koku değil, bir isim. Geçmişte olduğuna eminim üstelik. Şimdiki zamanda olsa kahverengi de olsa görürdüm. Gözünün önündekini göremeyecek kadar kör müyüm ben? Beklemek kör eder insanı, öyle değil, anlam körlüğü bu. Beklediğinin dışında diğer her şeyin anlamını yitirdiği, rüyaların istila edildiği, gecelerin uzadığı, gecelerin tekrarlara düştüğü, gecelerin kalabalıklaştığı bir hal. Üşümedim. Gözlerim de kapanmıyor. Bazen kafamda içli bir keman çalıyor. Yağmur bekliyorum. Kimselere haber vermeden gelen, sürprizlerin en güzelini yapan, tanıdığın kokusunu, yaşadığın hatıraların üzerine serpip, gözbebeklerinde güneşten ödünç aldığı bir ışıltıyla gelen dostu bekler gibi bekliyorum.
Trampetler çalıyor. Günlerden pazar ve bugün bayram. Okullu çocuklar tören yapıyor evimin karşısındaki okulda. Trampetler çalıyor. Çocuk sesleri ninni gibi geliyor. Trampetler çalıyor. Kırmızı bir balonda yükseliyorum. Bir bulutun kapısını çalıyorum. Göğe yağmur soruyorum. Dönüp bakan yok. Trampetler çalıyor. Uyanıyorum. Duvardaki saate ilişiyor gözüm. Trampetler çalıyor. Bu saatte ne töreni ne trampeti diyorum. Perdeyi aralayıp göğe bakıyorum. Boydan boya griyle karşılaşıyorum. Trampetler çalıyor. Okulun bahçesinde kimseyi göremiyorum. Trampetler çalıyor. Teneke çatıya çarpan yağmur sesini idrak ediyorum. Ağlamaktan mıdır, pencereye düşen yağmur damlalarından mı göğü buğulu görüyorum. Trampetler çalıyor ve ben dışarı koşuyorum yalın ayak. Başımı griden siyaha dönmek üzere olan göğe dikip ellerimi iki yana açıyorum. Günlerden pazar ve bugün bayram. Trampetler çalıyor. Hatırlıyorum. Mahir…

22 Eylül 2017 Cuma


SARMAL
nehirler okyanusu bana taşır
yanıp söner lambalar geceleyin
gülmek sana başka yakışır
ay ışığında için içlenir bencileyin

gözlerin kara güllerle bakışır
nolur bana şans dileyin
aklım düşe, düş ölüme karışır
son bi kez derdimi dinleyin

günler atlarla yarışır
sözlerimi sükutla bileyin
kalpler uzaktan bakışır
türkümü  ardımdan söyleyin

garibim hüzün üstüme yapışır
ben gurbet kuşuyum feleğin
sana varmak olmaz iştir
ateşi dondurdum sencileyin

aşk çıktıkça dikleşen yokuştur
cennetimin incir ağacı ellerin
senin olmak cennetten kovuluştur
öyle ki en çaresizi bedellerin




11 Nisan 2017 Salı

İlgili resim

Rüzgar vakti
göçüyor sesler içime
ikindi hüznünden
karanfil ilişiyor yakama
bir ben bir de öteki ben
gömüyoruz kelimeleri
gece vakti ay şavkında

söz sözü görmüyor
kelimelerin savaşında
Hayali gerçek vuruyor
Bulutun eli yağmurun kanında
Ve beni sen öldürüyor
dost kıpırtısız yatıyor avucumda
ceset yığınlarına dönüyor cümleler
toplu bir mezar kazılıyor içime
şiir adında

lal kulların gülmesi
çevrilemiyor hiçbir dünya diline
yakışıksız sözler böylesi
susmak ertesi birine
söylemek gibi

tesbih tanelerine saklıyorum
dünden firar yaralı ümitlerimi
olur da bir dost sözü
düşmesin üzerine
incinmek gibi


göçüyor sesler içime
gece vakti ay şavkında
söylemek gibi
incinmek gibi
şiir adında












30 Mart 2017 Perşembe

minimalist fotoğraflar ile ilgili görsel sonucu



İHTİMALLER DENİZİNDE
İlk öykü kitabımı yayınladığım zamanlardı. Eşe dosta dağıttığım kitaplar dışında kitabım cüzzi bir miktar satılmıştı. Kitap fuarlarına imza günlerine katılacak seviyede değildim ya, yayınevinin programında bir boşluk olmuş beni de o araya sıkıştırmışlar, gelir misin diye sorduklarında olur demiştim de, bir öğleden sonra kendimi kitap fuarında bir stantta dizili kitaplar arasında bulmuştum. Eskiden beri bu imza günlerinden hoşlanmıyordum ama şimdi bir şeyler değişmişti. Kitabımı okuyan tek kişi dahi olsa onu görmek dahası konuşmak istiyordum. İlk öykü kitabını yazanlar çoğunlukla hayatlarının sivrilmiş ya da sivrilmeye müsait yanlarından yıllar yılı süze süze biriktirdiklerini anlatırlar. Gerçek bir hayatın kısa tarihidir ve bolca dipnot içerir. Öyküler amatör de olsa sahici olur. Bir ölünün ardından konuşmak gibi bir şeydir aslında bu. Yazılı yas. Kitabı okuyan birkaç insanla kendi hayatımın yasını tutmak istiyordum ben de. Kaç kişi ölmeden tutabilir ki kendi ölümünün yasını? Dahası zordur anlatmak gerçekleri. Kurmacalar, tüm o hayaller, yüzleşemediklerimizden kaçmak için, gerçeğin boğazımızı sıkıp duran bağını koparabilmek içindir. Hem avaz avaz söylemek ister hem söylemekten köşe bucak kaçarken, kelimeler düşüverirler kağıdın üzerine. İşte o zaman hem kendinsindir anlattığın hem başkası.
Kitap imzalayacağım yere oturduktan sonra yarım saat boyunca boş boş durmuş etrafı izlemiştim. İnceden inceye moralim bozulmuştu. Kitabımın baskı sayısı da çok olmadığından iki yanıma dizili kitaplarımın oluşturduğu küçük tepe kafamı gömüp saklanacak kadar büyük değildi. Sonra tüm stantları dikkatle gezen, orta yaşı geçmiş, hayat dolu, tüm aktivitelerde boy gösteren, mitinglere sosyal olaylara en önde giden, sesi hep en çok çıkan iki teyze gelmiş benimle tanışmışlardı. Kitabın kapağını ismini rengini dikkatle incelemiş, hikayelerimde hangi toplumsal yaralara parmak bastığımı sorup, sonraki hikayelerimde bir takım toplumsal ahlak konularına değinmemi tembih etmiş ve gitmişlerdi. Muhtemelen ilk hikayeden sıkılıp bırakacakları kitabımı çantalarına koymayı da unutmamışlardı. İki üç gün sonra birbirlerine kitabı okumadıklarını laf arasında söyler, faydasız bulur, karşılarına ilk çıkan “köy okuluna kütüphane kuruyoruz” projesine bağışlarlar ve bunu gittikleri yerlerde övünerek anlatırlardı.
Teyzelerden sonra bir genç standın başından kitaplara baka baka yaklaştı. Oturduğum yerde adım yazılı bir kağıt olmasa yüksek ihtimal beni tanımazdı. “Mahir bey?” dedi. Bir sesleniş soru manası taşıyınca bir gizemi de içinde tutuyor. Merhaba deyip yaklaştı benim Mahir olduğumu anlayınca. Çantasından okunduğu belli olan kitabı çıkardı, kitabı beğendiğini anlar gibiydim. İçim içime sığmıyor, kalkıp sarılmak istiyordum. Kitabı imzaladım, çıkmasını planladığım bir kitaptan konuştuk. Sonra biraz durdu ve cesaretini toplar bir hali vardı. Ukala olmaktan kaçıp ama aynı zamanda fikrini de söylemek istiyordu. Bir hikayeden söz açtı. “İsmi neden bu kadar uzun merak ettim .“ dedi. “Sence ne olmalıydı?” dedim. Kısacık düşünüp, “tahterevalli.” dedi. İmge olarak düşününce hikayenin özeti tam da buydu aslında. “Birini sevdiğin zaman seni seviyorum demek en kısa yoldur ama seni seviyorum cümlesi bazen o kadar genişler ki roman olur şiir olur film olur.. Bu yüzden bu hikayenin de ismi biraz uzun olmalıydı.” dedim. Söylediklerim hoşuna gitmiş olmalı gülümsedi. Teşekkür etti. Kitabı çantasına koydu. Muhtemelen eve dönüş yolunda hikayeyi bir daha okuyacak, konuştuklarımı düşünecek, ertesi gün arkadaşlarına aramızda geçen diyalogları anlatıp içten içe mutlu olacaktı.
Birkaç kişi daha kitap imzalattı. Yeni yolculuklara gemi arayanlar ve en azından bir kere kitapçı raflarında gözlerine ilişip de bir sebepten hoşlarına gidip alanlar vardı bunların arasında. Kısa öz sohbetlerle kitapları imzaladım ve gittiler. Bazı insanların düğünlerine ve ölümlerine çok az kişi gelir. Mahzun ve kimsesiz insanlar vardır ya hani öyle bir his vardı üzerimde. Sakin bir yas töreni oluyordu. Kapanış yaklaşmıştı. Gençten bir kız uzaktan uzaktan bana bakıyor etrafımda kimse var mı diye kolaçan ediyordu. Deminden beri bir iki defa kitapların önünden geçmiş kitabımı incelemiş sonra tekrar gelmiş gitmiş ben tam bir şey diyeceğini hissettiğim bir anda bir başkası geldiği için stanttan uzaklaşmıştı. Çekingen tutuk bir hali vardı gözleri ise apaçık belli ediyordu heyecanını. Kapanış anonsu duyuldu. Bundan cesaret almış olacak ki yanıma doğru seğirtti. Çekingenliği üzerinden atsın diye ben merhaba dedim. Gerçekten de işe yaramış olmalı ki kendini tanıttı, üniversitede edebiyat okuduğunu, annesinin de çocuk kitapları yazdığını, üç beş stant geride bugün onun da imza günü olduğunu ve en sonunda da kitabımı okuduğunu hakkında konuşmak istediğini söyledi. Memnuniyetle kabul ettim. Kahve istedim görevli arkadaşlardan iki tane sıkı bir okuyucum vardı karşımda ve korkuyordum açıkçası söyleyeceklerinden. Kitabınız beğendim diyerek başladı söze. Hikayeler kendini içine çabuk alıyor ve belli ki sağlam temellere dayanıyor. Şaşırtıcı sonlar ve etkileyici hatta bazen hüzünlendirici diyaloglar var. Olduğu gibi samimi yazmışsınız. Övgüleri duyduğum ilk cümleden itibaren bunların nerede bir ancak ile kesilip yergilere geçeceğini merak etmeye başlamıştım. Bu yüzden övgülerin çoğunu duymadım sayılır. Ağzından çıkacak bir ancak fakat sözcüğüne odaklanmıştım. Susuyordum ve sakin kalmaya çalışır bir halde dinliyordum. Ve beklediğim ancak gelmişti. Bir es vermiş kahvesinden bir yudum almış gülümsemiş, edebi açıdan bakarsak diye başlayan birkaç cümleyi kucağıma koyuvermişti. Ukala değildi. Gerçekten hikayelerimi sevdiğini ve onlarla uzun uzun baş başa kaldığını okudukça gözüne kıymık gibi batan yerleri fark edip not aldığını anlayabiliyordum. Bir hikayede gençlik şairliğinden kalma sıralı kafiyeli cümlelerimi artarda okuyunca kendimde rahatsız olmuştum. Buna karşılık bazı hikayelerin içten gelip içe gittiğini ve içten okununca o sıralı cümlelerin bir arka fon müziği gibi sessizce olaylara eşlik ettiğini söyledim. Bir kaç edebi konuşmadan sonra en sevdiğim hikayeyi merak ediyor musunuz dedi. Elbette dedim. Bu merakımı apaçık ortaya seren cevapla kendimi bir yumruk yemiş gibi hissettim o an. “Eksik Gülüş hikayesi beni en etkileyen hikayeydi.” dedi. Hikayedeki kadının gelgitlerini, adamın deli doluluğunu, hikayenin sonunda adama üzüldüğünü söyledi. Sonra yaşamı uzun bir çilekli pastaya benzetirsek hikayenin hayatı bu çilekli pastanın çilek barındırmayan ama çilek kokan, kimi yerleri kuru kimi yeri erimiş bir kesitine denk geldiğini söyledi. Hoşuma gitmişti tanımı. Peki dedim sen o hikayedeki kadın olsan sen ne yapardın? Duraksadı düşündü bunu hiç düşünmemiş olmasından dolayı mahcubiyet yaşadığını hissettim. Kadının yaptığını yapardım dedi. Adama üzülmüş olduğu halde ve hikayenin içine bu derece girmiş olmasına rağmen bu cevabı vermesine şaşırdım.
Stant görevlileri standı toplamları gerektiğini söyleyince toplandık, çantamı aldım ve çıktık. Tanışmaktan ve konuşmalardan dolayı çok memnun olduğunu söyledi genç kız, son cevabı içimde garip bir burukluk bıraksa da ben de memnun olmuştum. Bir şeyler söyledim laf değişsin diye veda sözlerinden önce. Annesinin ne tarz kitaplar yazdığını sordum. Çocuk kitapları yazıyormuş, adı …..mış, bu aralar baya rağbet görüyormuş. Annesinin adını duyup zihnimin duvarlarında yankı yankı büyümesinden sonra kızın gözlerine dikkatle bakmaya başladım. Kendime engel olmaya çalışıyor ve başaramıyordum. Hayatta yazmak gibiydi. Hem coşkun hislerle o anı yaşamak ister, hem yaşamaktan köşe bucak kaçarken, zaman eriyiveriyordu şimdi denen perdenin üstüne. Vaktim varsa gelip annesiyle tanışır mıymışım, vaktim yoksa çantasından çıkardığı annesinin kitabını hediye edebilir miymiş?, böyle son vermişti genç kız sözlerine. Kitabı aldım, adına baktım, teşekkür ettim, çantama koydum. Arkamı dönüp kapıya doğru yürürken aslında geçmişte mi, gelecekte mi, bir bodrum katında küçük ve karanlık bir odada mı, sahil boyu kumlar üzerinde mi, aklımın içinde yada yüreğimin üzerinde mi yürüdüğümü bilmiyordum.
Genç kız muhtemelen annesinin yanına gidip kitabı çıkarıp yazarıyla tanıştığını deminden beri sohbet ettiğini, telefona bu yüzden cevap vermediğini söyleyecek, annesi kitabı alacak, yazarının ismini okuyacak, ilk sayfada yazan yazarın kısa hayat öyküsüne bakacak, sakin tavırlarıyla gözlerini başka yönlere kaçırmaya çalışacak, kitap hakkında birkaç soru soracak, tavsiye ediyorsa bu gece okumak istediğini söyleyecek, çantasına koyacak,  eve gidince ilk iş olarak yorgun olduğunu söyleyip odasına çekilecek, merakla kitabı okuyacak ve kitabın üstünde gördüğü adın “Eksik Gülüş” hikayesindeki adam olduğunu ve kendisinin de o hikayedeki kadın olduğunu gözleri kendisine bu kadar çok benzeyen kızına asla söylemeyecekti.
İşte o zaman o hikayedeki adam ben olmuş olacaktım.






17 Mart 2017 Cuma

İlgili resim   
SENİN ŞARKINI SÖYLÜYORUM    
Sıkıcı saçma şeylerle uğraşılan bir günün akşamı. Güneşin nazlı ışıkları karşının evlerinin pencerelerinde işveli oyunlar oynuyor. Bakışlarım kalabalığın tanımadığım simalarının arasında geziniyor. Labirentten çıkış arayan bir fare gibi gözlerimi koşturuyorum insanların yüzlerinde. Gözlerim yoruluyor. Bir filmde olsak şimdi bir bara girip akşamlık nevalemi yudumlamam gerekirdi. Prensip olarak alkol kullanmıyorum ve içmiyorsan ne demeye bara geliyorsun lan durumu olmasın diye gitmiyorum barlara. Halbuki buranın kafasını seviyorum desem belki orada bir yerde oturmama ses etmezler. Oraya gitmeyerek susturuyorum onları yada öyle sanıyorum ahmakça. Bazı akşamlar hele baharın son ya da ilk olması fark etmez kendini iyice hissettirdiği akşamlar bir şeyler içme isteği hasıl olur insanın içine. Akışkan bir şeyin içindekileri de alıp götüreceğinden midir bilemiyorum ya da bu bahar durumu olayları bu raddeye getiriyor olabilir. Az ilerideki küçük kafeye girme sebebim tam da bu içime düşen gölgenin halt yemesiydi. Biraz dinlenmek bir acı kahve içmek ve mutlaka o kafelerde çalan sikko müzikler eşliğinde düşüncelere dalmak da cabası.
Kapıyı açınca çınlayan zil sesini beklemiyordum. Sağa sola bakınıp tezgaha ilerledim. Arka taraftan bir kız belli ki üniversiteli tezgaha yaklaştı. Gülümsedi. Gülümsemesi hoşuma gitmedi. Soğuk bir sesle ve gözlerine bakmayarak siparişimi verdim. Bilmediğim bir müziğin son kısmının cızırtısı bitti beklerken. Kahve mi elime aldığım anda ise Tülay German'ın Mutlu Günleri başladı. Zevkli kızmış dedim. Tezgahta bir şeylerle uğraşırken bir gülümseme gönderdim ona az önceki gülümsemesine cevap olarak.
Tahmin ettiğim gibi acı bir tadı vardı kahvenin. Bazen acı şeyler içmek de zevk verir insana. Ve yine bazen zamansız bir mektup gelir insana eski bir tanıdıktan. Bir metinden bir cümle,
“Pire bir kan emicidir tıpkı insanın içine çöreklenen eski bir kadın gibi.”*
Ya da bir bakış hafızanın karanlık ormanlarına gömülmüş.
İkinci yudum da irkildim. Ürperdim. Jetonun geç düşmesine şaşırdım. O bakışı, ilk anda hatırlamadığım için sevinsem mi yoksa zamanla beynimdeki arama motorunun çalışıp dehlizlerin en karanlığından bulup gözlerimin önüne yüksek kaliteli bir fotoğraf gibi bırakmasına üzülsem mi bilemedim. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Yan yan yağan bir yağmur, bir ahşap pencere kenarında iki koltuk, Tüley German, acı kahve, o bakışın sahibi……
Bakışın sahibi solumdaki arka masalardan birinde karşısındaki kadına bir şeyler anlatıyor. Girerken gördüm kafedeki insanların yüzlerinde fare koştururken. Bense onlara arkamı dönmüş pencere kenarındaki küçük masadayım. Kafenin önündeki çiçeklere gözümü sabitlemiş geçmişe yolculuk yapıyorum.
Akan trafikten yükselen korna ve siren sesleri akşamın karmaşası beni geçmişten şimdiye getirdi. Çiçeğin rengiyle ilgilendim bir süre sonra son yudum kahvemi de içip arkama bakmadan çıktım.
***
Dün burada seni gördüm.  Bayadır elime kalem kağıt almamıştım. Seni gördüğüm bu yerde dünü ve dünden beri olanları yazmak istedim. Kendimi bir yerlere atmak isterken senin olduğun yere gelmiş olmak kaderin bu ilginç tesadüfü beni güldürdü. Eve gidince uzun uzun güldüm hatta kahkaha attım. Gülmek ekşi bir sakızı çiğnemek gibiydi. Ya da acı bir haber aldıktan sonra delirmeden önceki son kahkahalar gibi. Gözlerin gözümün önüne geldiğinden beri sen kalbimin en saklı ormanlarında sakladığım hapsettiğim bir tavşan gibi koşmaya başladın. Çığlık çığlığa peşinden koştum. Hem yakalamak hem hiç yakalamamak istedim. Sonra bir yerlere el yordamıyla çat pat inşa ettiğim şehirlere ağlamamak şehri, hatırlamamak şehri, gün batımlarında müzik dinlememek şehrine kavisler çizerek bombalar düştü. Yine başka yerlerde bazı mülkler bazı duygular bazı satırlar bazı şarkılar el değiştirildi eski sahipleriyle. Sonra gece yarısına doğru koşarak çıktım evden. Bir nalbur aradım. Açtırdım acil boya aldım adamdan. Enayi dedi adam arkamdan. Sahi bazı eski sıfatlarım bana taşındı dün akşam enayi gibi. Salonun bir duvarına kocaman bir güneş yaptım sonra dibine eve gelirken aldığım papatyaları serpiştirdim. Bazı cinnetler bir anda ortaya çıksa da zamanla planlanarak büyüyebiliyor anlayacağın.
                Dahası seni görmek içime tarif edilmez bir boşluk bıraktı. Eskilere benzer ama yepyeni bir boşluk. Yarım kalmışlık, erişilemezlik, hiç birlikte olamayacağımızı hatırlama hislerinden büyüyen bir boşluk hepsinden azar azar hepsinden çok. Gözlerimin önündeki fotoğrafı duvardaki güneşe yapıştırdım sonra. Ve sana baktıkça yaramla oynadım durdum. Acıdıkça sana daha sokuldum sokuldukça acıdı. Sonsuza kadar kanayacak bir şey çünkü bu. İlacı olmayan onulmaz bir yara. Kan emici bir şey bu. Bi hayalet gibi insanın içinde dolaşan ve ansızın önüne çıkıveren. Dün yanına gelip seni öpmek istedim….

                Senin unut dediklerini, bıraktıklarını bir yara izi taşıyorum belleğimde. Belleği kanar mı insanın. Benim dünden beri hatıralarım belleğim kanıyor…
* * *

Yazdıklarımın üzerine bir iki damla yaş düştü. Sonra yine bir anda dünkü gibi Tülay Germa’ın Mutlu günleri başladı. İstemsiz bir gülümseme attım tezgaha doğru. İçimdekileri karga tulumba yüklediğim bu mektup olmaktan çok uzak kağıdı katlayıp ceketimin cebine koydum. Bir su alıp, çiçeklere son kez bakıp buradan çıkacak ve bir daha gelmeyecektim. Suyu aldım. Kızın yine gülümsediğini gördüm. Bu gülümsemeden güç alıp:
_tülay german iyi seçim her akşam çalıyor musunuz, dedim.
Kız gülümsemesini sürdürerek ve evet bu sefer kesinlikle samimi bir gülümsemeydi.
_her akşamüzeri mutlaka beş altı kez çalıyoruz efendim, dedi. Patronumuz Asuman hanımın özel arzusu.
Asuman Asuman Asuman …..
Kızın işaret ettiği tarafta dükkanın önündeki masada yine biriyle konuşan dünkü bakışın sahibi patron Asuman, Asuman, Asumanım…
Yarım ağız, içime konuşarak teşekkür ediyordum kıza sanırım. Kafeden hızla çıktım.
Koşa koşa deniz kenarına ulaştığımda nemli gözlerimden denizi ve göğü ayıramaz haldeyken elimi cebime götürdüm. Asuman’a yazdığım o şeyin kafeden çıkarken çarptığım adam yüzünden cebimden düştüğünü anladığım an önce korktum. Sonra sakince güneşin battığı yöne doğru yürüdüm.


*KNT syf.46


Tüley German