YEŞİL
NAR
Yokuşu
çıkıp sokağa girdiğimizde nefes nefese kalmıştık. Gençliğimizin ortalarında
yarım izmarit gibi tüten bu halimizi Sütçüler yokuşunun dikliğine verdim. İçten
içe gideceğimiz yerle de ilgili olduğunu hissediyordum. Pek adetimiz değildi ya,
akraba ziyaretine gidelim demiştik. Yapılan bir işin listede tik ile
işaretlenmesi gibi ferahlık verirdi böyle şeyler. Tik işaretinin ucu yukarı
doğru giderken tepenizde bir kuş kanat çırpmış olur ve siz de bu kanat çırpmanın
oluşturduğu ufak kısa esintiyi zihninizde hissederdiniz.
Nar
ağacının sokağa taşmış dallarının ucunda iki yeşil nar dikkatimi çekti bahçeye
girmeden. Çarşıdan bir tane alınıp eve gelince çoğaldığını bildiğimiz narın,
evde yeşillere bürünmüş ham haliydi. Evdekilerin hayatlarını temsil ettiği
fikri peyda oldu zihnimde. Bir yandan böyle düşündüğüm için kendime kızarken,
bir yandan bu düşünceyi usul usul büyüttüm. Dalda yeşil halde kalmış nar,
onların beklentilerini, hüzünlerini, neşelerini, yalnızlıklarını, bayram
sabahları kahvaltıda kaynatılan iki yumurtayı, sabahın sessizliğini bozan tek
ses olan çay kaşığının bardağı öpme sesini içine saklıyor gibiydi. Bunlar zihnime dolarken sanki yeşil narların
biri bana suçlu kaçamak bakışlar atıyordu. Diğeri yaşını başını almış babacan
polis olmuş, böyle şeyler düşünülmez, ayıp oluyor, hayat işte, kader diyordu. Nar
ağacının yanında, kardeşi tarafından istenmiyormuş veya kıskanılıyormuş gibi
duran incir ağacı duruyordu. Öyleki yanlış hesaplanmış bir aile politikası
karşılıyor gibiydi bu eve gelenleri. Her ikisi de bir yanlarıyla sokağa taşmış,
sokağın tozuna bulanıyordu ama evin sahibi olduklarını belirtircesine bahçe
duvarının iç tarafında dimdik duruyordu.
Kapıyı çalarken nefeslerimizi düzeltmeye
zamanımız oldu. Geriye gitmeye çalışan ayaklarımız hafifledi. Zihnimdeki yersiz
yakıştırmalar dağılır gibi oldu. Biliyordum ki ritmi kaçmış nefesler sözleri de
raydan çıkarır, düşüncelerin ve duyguların yanlış arkadaşı olup sapa yollara
saptırırdı. Zil uzun uzun çaldı. Kapıyı açan olmadı. İçeride bir yaşam
belirtisi de görülmüyordu. Zili tekrar çalıp bekledik. İçimden bir ses “geldik
ama yoktunuz” cümlesinin hamurunu yoğururken, biri de “al işte onca yolu boşa yürüdünüz”
cümlesini fırına verdi. Tik işaretinin aşağı yönlü çizgisi bitip yukarı doğru
meyletmişken iç kapının arkasındaki perde aralandı, beyaz yazmasıyla bir
kadının eksilmiş dişlerini saklamaya çalıştığı gülümsemesi göründü.
Neler
dememiz gerektiğini çok da kestiremediğimizden, kalıplara sığınıp her ziyaretin
olması gereken sözlerini karşılıklı sarf ettik. Nasılsın, iyiyim, sen nasılsın
faslının herkese değen büyük halkası tamamlanmıştı. Tatlılar gelmiş, işlerin
nasıl gittiğine dair üstün körü laflar edilmişti. Sonra zamanı ve uzayı geren o
sessizlik başladı. Hayatlarının en büyük paydası akraba olmak olan insanların
bir araya gelince konuşacak bir şeyler bulma çabaları, derimize batan o iğnemsi
sessizliği dağıtmaya kalkışır. Fakat bunun diyaloğa dönmesi ortamdaki kişilerin
maharetine bakar ve biz bu konuda bir hayli beceriksizdik. Gerilen odanın
içinde ellerimize ve gözlerimize ayrı ayrı yerler arıyor, bir yandan kafamızda
şunu mu desek bunu desek o konuyu açsak ne konuşacağız ki makaralarını
döndürüyorduk. Derken bir sesle irkildik. Bu ne kıyamet habercisi Sur’un üflenme
sesiydi, ne bir çığlık, ne bir siren sesi. Yakınlardan basbayağı evin içinden
enfes bir kuş sesi geliyordu. Şaşkındık. Hem üzerine konuşulacak şey bulunmuştu
hem de düpedüz hoşumuza giden bir sürprizdi bu güzel ses.
“Ne
güzel ötüyor, kuş mu aldınız, ne kuşu?”, diye sordum. Enişte yarı müstehzi
gülümsedi her zamanki gibi. Kanaryaymış. Üç aydır yanlarındaymış. İki
taneymişler Boncuk ve Maviş. Bunlar muhabbet kuşu ismi değil miydi ya diyecek
oldum, sonra montun cebinde bulunan para gibi sevindiren bu piyangonun keyfini
çıkarmak varken ne gerek var dedim çıkıntılık yapmaya. İştahsız bir ziyaretten
görevi yapmanın ferahlamasını beklerken, sessiz sakin bu mahalle arasında
kuşların sesiyle içimdeki ormanların hafif ve dinlendirici rüzgarlarını
hissediyordum. “Görebilir miyiz nerde bu güzellikler?” dedim. Annemin halasının
bize yol göstermesiyle arka bahçeye doğru seyittik. Mutfaktan çıkılıyordu
bahçeye. İki kuş kapının hemen ardında küçük sundurmanın altında
kafeslerindeydiler. Ve insanın içini kuş sevgisiyle dolduran o güzel sesleriyle
ötüyordular. Bahçeye açılan kapının
önünde bir çift terlik vardı, terliklere basıp ayaklarımı sürüdüm. Diğerleri
kapının eşiğinde yan yana kuşlara bakıyordu. Enfes bir müzik ziyafetiydi bu
duyduğumuz.
Kuşlar
ötüyordu fakat bir terslik vardı. Yaklaştıkça bu sesin kuşlardan gelmediğini
fark ettim. Afalladım. Diğerlerine baktım henüz onlar bir şey anlamamıştı.
Kaşlarımı anlamaya çalışır gibi çatıp, kulak kabarttım. Kuş sesleri geliyordu
hala. Başımı sağa sola çevirip eni konu arandım. Seslerin yandaki pencereden
geldiğini anladım sonunda. Hâlâ bendeki bu halin ne olduğuna anlam vermeye
çalışıyorlardı diğerleri. Yüzümdeki memnuniyetsizliği sezmişlerdi. “Ee bu
kuşlar ötmüyor ama hala.” dedim. Halanın
yüzünde eksilmiş dişlerini saklamaya çalışan gülüşü göründü yine. Bu gülüşün
yıllar içinde eniştenin o müstehzi gülüşünden de pay kaptığını fark ettiğim o
an kafamda bir şeyler kıpırdadı. Girişte gördüğümüz nar ve incir ağacı geldi
aklıma. İhtiyar akrabalarımız deminden beri seslerini çıkarmamış, toyluğumuza
ince ince gülmüş, bizimle küçük bir oyun oynamışlardı.
Ben
mutfağa dönünce hala anlatmaya başladı. Bir yandan da ikram edecek bir şeyler
daha aranıyordu. “Üç ay önce aldık kızlarımızı. Bebekler daha ötmüyorlar.
Enişteniz ötmeye alışmaları için telefona kuş sesi indirtti. Kuşçu çocuk
halledivermiş sağ olsun. Pencerede duruyor öyle çalıyor sürekli. Benim kızlarım
da ötecek yakında inşallah, bir dahaki bayrama gelince dinlersiniz artık.”
dedi. Şaşkınca birbirimize bakıp gülüyorduk, “hala sen bize bir bardak su
veriver.” dedim.
Kuş
sesleri geliyordu kulağımıza ve sanırım o kadar da mükemmel değildiler.