30 Temmuz 2013 Salı

boxer


çakmayan çakmağa küfretti. kalkmayan penise de söverdi zaten ezelden beri. biri bi sorumluluk aldıysa yapmalıydı. kendisi hariç tabi. yataktan kalktı. evde çakmak arandı, bulamadı. ocakta yakarım diye düşündü. sonra çakmak olmadan ocağı yakamayacağını anlayıp tam bi mal olduğunu hatırladı. eskiden olsa elektrikli ufoyu yakar sigarasını ona tutardı. ama ufo artık yoktu.  tek çare dışarı çıkmaktı. kapıya doğru yöneldiğinde altında boxer olduğunu unutmuştu. odaya döndü pantolonunu giydi. tam çıkacakken, pantolon giymeye mecbur bırakılmasına kafası attı. kapının yanına çıkarıverdi pantolonu. ayakkabılarını giydi ve çıktı. boxerla sokakta oluşuna değil de mavi çizgili beyaz boxerıyla siyah ayakkabılarının uyumsuzluğuna kafası takılmıştı. yanından geçen küçük bi çocuk ona güldü. ne var lan pezevenk diye kızası geldi ama kızmadı, çocukları severdi. en azından samimi yaratıklardı. gerçi doktorculuk ayağına birbirini elleyen sapıklar olarak da görebilirdi onları  ama o öyle düşünmemeyi tercih ederdi. köşeyi döndü. karşı apartmanda oturan solgun benizli kadınla burun buruna geldi. özür dileyerek devam etti. geriye dönüp baksa kadının mıhlanmış gibi durup kendisine baktığını görecekti, dönmedi,  zaten öyle olduğunu biliyordu. düşündüğünü kendisine ispatlamaya kalkmazdı. ispat adamı yorar demişti geçen bi arkadaşına. arkadaşı da ne demek istediğini anladığını ispatlamaya kalkışmıştı. canı sıkıldı bunu hatırlayınca. caddeye çıkınca bi reklam panosu gözüne ilişti. güzel bi kadını yalnızca güzel bi kadın olduğu için kullanmışlar yine diye düşündü. önce onun pürüzsüz bacaklarına sonra kendi bacaklarına baktı. kıllı bacakları reklam panosuna yakıştıramadı. ama o kadının bacaklarının arasına yakışırlardı. bi motosikletlinin yanından geçmesiyle kendine geldi. yürümeye devam etti. üzerindeki daha doğrusu altındaki bakışlar gittikçe artıyordu. yanından hasbinallah çekerek geçen yaşlı adamı durdurup donunu indiresi geldi. hayır gay değildi. ama kesin konuşmamak lazım bi gün olabilirdi.  tekele girdi. bi çakmak aldı. basmalı mı olsun taşlı mı üzerinde fazla düşünmedi nasıl olsa iki gün içerisinde kaybedecekti. ya da hayırsız bi arkadaşı çakmak isteyecek sonra gayri ihtiyari cebe indirecekti. böyle durumlarda geri istemeye çekinirdi. tekelin ilerisindeki parka doğru yürüdü. bankın birine oturdu. sigarasını yaktı. ilk nefes. ikinci. üçüncü. dördüncüyü ciğerlerinden ödünç alıp dışarı verirken onu gördü. yanına doğru geliyordu. farketmemiş gibi yaparak beşinci nefesi çekti, ciğerlerine borcunu ödemişti. derken dumanı geri verdi bi daha borçlanmıştı. selam. selam. karşısına dikilmiş kadının gözlerine bakınca boxerlı olduğunu hatırladı. bari sen yapma diye geçirdi içinden . napıyosun burda böyle. sigara içiyorum evde çakmak yoktu da. gerilmişti. tüm mahalleye meydan okurken rahattı ama hoşlandığı kadına meydan okumak o kadar kolay olmamıştı. sen napıyosun. eve gidiyorum bugün işten biraz erken çıktım. iyi olmuş dinlenirsin dedi. içinden otursana demek geçiyordu ama boxerı bunu demesine izin vermiyordu. neyse ben kaçtım hadi, görüşürüz. rahatlamıştı. bi sigara daha yaktı. kadınsa şaşkındı daha hiç sevişmeden boxerıyla görmüştü onu. sigarası bitince ayağa kalktı. etrafına bakındı. ilgi çekici hiçbi şey yoktu. gökyüzüne kaldırdı bakışlarını. masmavi gök ona hep ilginç gelirdi. güneş gözünü alınca ondan da vazgeçti. eve dönecekti. köşeyi döndü. solgun benizli kadınla karşılaşmadı bu sefer. sokaktaysa başka çocuklar vardı. güldüler yine. eve girince gülümsedi o da olanlara. yerden pantolonunu aldı. bi an duraksadı. sonra pantolonu giydi. kendini bi bok sanıyordu. odasının girişinde bastığı şeyin çakmak olduğunu görünce mal olduğunu bir kez daha hatırladı. bi sigara yaktı. borçlu kalmak istemezdi hiç kimseye.


                                                                                                                                            afisiz.

29 Temmuz 2013 Pazartesi


erkek muhabbeti-2

-sen aslında duygusal bi insansın.
-biliyorum.
-duygularını kaybetmekten korkuyor musun?
-evet.
-hangilerini?
-çok sevdiğim iki hatunu üzdüğüm için üzülmek en güzel duygum olabilir.
-duygu da hoş kız yalnız.
-ama ölü.
-sonuçta hoş kızdı ama.
-nefes almıyor la.
-sen alınca n’oluyor?
-veriyorum.
-ne zaman bırakacaksın bu saçma ritüeli?
-57-63 arası diye düşünüyorum.
-çok da önemli değil zaten.
-yok yok önemli.
-niye lan?
-şu iki hatunu gömmeden ölmek istemiyorum.
-“seni kendi ellerimle mezara koymak istiyorum, kabul ediyor musun?” diye evlilik teklifi yapmak istiyorum.
-sert değil mi bir az.
-fazla realist, çok da kararlı. o kadar.
-bunu da saçma sapan o adamlardan mı öğrendin?
-yoo, konak’ta yürürken kıçımdan  uydurdum.
-kıçına kuvvet.
-belinde bir tabanca olsaydı ne yapardın?
-dışardan görünüyor mu diye kontrol ederim.
-sonra?
-çok fazla insanı öldürten bir adamın kafasına sıkardım.
-sonra daha çok insan ölürdü.
-maalesef.
-yani az önce yalan söyledin.
-maalesef.

                                            blue

27 Temmuz 2013 Cumartesi

buz gibi soğuk su


                                                   
Turuncu, hafif sarı lekeli, orta boylu, dalından birazcıcık erken koparılmış bir şeftali gördüm. Eğimli caddede yokuş aşağı delice yuvarlanıyordu zıplayarak. Yuvarlandı yuvarlandı zıpladı biraz daha yuvarlandı ve yolun kenarında park etmiş toros’un tekerleğine çarparak anca durabildi. Tahminimce elleri dolu zor yürüyen bir kadının elindeki meyve poşetinden ya da zıpır bir çocuğun salladığı şeftali torbasından uçmuştu yola. Şuursuz şeftali tırsmıştı, ben tırsmadım, önümde uzanan caddeye ve sağlı sollu serilmiş tezgahlara sertçe baktım. Pazarın tam ortasındaydım. Dükkanlar açık, pazarcılar serpilmiş, halk meydanlara inmiş, sesler ayyuka yükselmiş, kalabalık gırla gitmişti. Güneş parlıyordu, gevşedim.

- Gel abi geeeel, domat bilira domat bilira!!
      
   Pazar yerinin sıkışık yolları şehrin kalbine giden otobanlar sanki. İnsanlar yanındakinin dirseğine, önündekinin topuğuna, kalabalığın sıcağına aldırmadan alış verişe çalışıyor. Eller ceplere girip çıkıyor, bazı çocuklar gülüyor, bazıları ağlıyor, bazıları da kalabalıkta annesini kaybediyor. Yan komşu çorap beğeniyor, üst komşu patates alıyor, karşı komşu elindeki ağırlıkları yere bırakmış kaldırımda dinleniyor. Tüm bu doğallığı ve avamlığıyla pazar ; mantarvari üremeleriyle çoğalan markalar çöplüğü dev AVM’lerden, alışverişten sonraki iyi günler dileklerinizi çarşafımsı fişlerle ağzınıza sokan buz suratlı kasiyerli süpermarketlerden çok daha çekici. Pazar halktan ve halka özgü.  ‘’Olsun abla önemli değil, paran çıkışmadıysa sonra verirsin’’leriyle daha bi samimi daha bi nostaljik daha bi bakkalımsı.

- Şeftali ne kadar abi?
- 2 lira. Ne kadar vereyim?
- 1 kilo yeter.
       
    Karpuzcunun önünde iki pazar arabası yarışa başlıyor. Aheste şekilde ilerliyorlar. İlk ve son on metreye başa baş giriyorlar, yaşlı olan pilot genç olanı patlıcan tezgahına doğru sıkıştırıyor, genç olan ani bir manevrayla kurtuluyor, yarışı kazanıyor. Gözlüklü bir baba oğluna pazar arabası ehliyet kursu veriyor. Ne alırsan bilira’cının önünde üç pazar arabası zincirleme trafik kazasına karışıyor, ölen ya da yaralanan olmuyor. İki kafadar buz gibi soğuk su satıyor. Hangimiz satmadık ki? Ben satmadık, keşke satsaydık, ben şimdi bu çocuklara özendik. Kaldırımda dinlenen karşı komşu iki bardak içiyor. Kafadarlar sevinçten sırıtıyor.

- Bozuğun yok muydu abi?
- Yok en küçük bu var.
- Aamet! Aaamet!! Olum koş bunu iki onluk yap getir.
      
   Kirli sakallı, seyrek dişli amca iki tane karınca ilacı alana bir tane karınca duası kartı hediye ediyor. İki tane karınca duası kartı alana da bir tane nazar duası kartı… Dolgun kalçaları yerden zor kalkan teyze sekiz tane nazar duası kartı alıyor. Teyzenin tutunduğu direkte hoparlör var. Genelde küçük yerlerde sabah pazar başlarken bu hoparlörlerden pazar duası yapılır. Eğer pazar duası şu an yapılıyor olsaydı kirli sakallı seyrek dişli amca da , şeftalici de, kafadarlar da, yarışı kaybeden yaşlı pilot da, ben de, yan komşu da, toros’un sahibi de, siz de, herkes de yerinde sabit durup ellerini açıp duayı dinlerdi. En son amin derdik cümleten, gülümserdik hafiften.

-Buyur abi para üstünü de. Abim şeker gibidir bu şeftaliler, haftaya yine gelcen bak.
-İnşallah, iyi gözüküyorlar. Hadi kolay gelsin.
- Eyvallah! Almadan geç, bakmadan geçmee! Haydi bakalım yemek tatmak helal. Şeker bunlar şekeer!!
                                                                                                                       
                                                                                               Ömer F. Yeşil       

intiharın infaza dönüşmesi


adının anlamına inat kaybetmek hayatının değişmez parçası haline gelmişti. kendini tüm yerel kanallarda bas bas bağırılarak yapılan reklamlarda tanıtılıp eve alındığında hiç bir boka yaramayan ev aletleri gibi hissediyordu.
öylesine gereksiz. öylesine yalnız. öylesine boktan.
gecenin bi yarısı sokağa çıktığında yan komşunun bahçesindeki köpek ona doğru havladığında, köpek bile siktir çekiyor gibi geliyordu ona.
ölümü düşünüyordu en çok. aklında binbir türlü ölüm senaryosu. bir gün yoldan ferrari geçerken üst geçitten ferrarinin önüne atlıyor, ferrari gelişine vuruyordu. başka bir gün boynuna bağladığı uzun halatın diğer ucunu fsm köprüsünün demirlerine bağlayıp köprüyü darağacı olarak kullanıyordu. fatihin istanbulu fethettiği yaşta fatihin adını alan köprüde kendini öldürmek düşüncesi komik geliyordu. sonra daha ciddi ölümler düşünüyordu.
ölüm çok tatlı geliyordu. bir o kadar da korkutucu. perdenin arkası korkutuyordu onu. hep böyle korktuğu için adıyla tezat değil miydi zaten? her gece yaptığı gibi yine sokağa çıkıp sigarasını yaktı ve yine köpeklerin siktirleri eşliğinde bir seremoniyle yoluna devam etti.
sonra ver elini yusuf ustanın ne zaman kapandığı belli olmayan küçük ney atölyesi.
hayatının en güzel ve en sikik konuşmaları bu atölyede geçmişti.
-yine ölemedin dimi lan yavşak?
-yok be usta nerde bizde o şans?
-çekmecemdeki onlu'nun içinde yedi tane mermi var. sen beceremeyeceksin. sana bi güzellik yapayım istersen ha?
-kendi işimi kendim halledebilirim.
-senin tribini sikeyim.
-ya usta filmlerde senin işini yapan herifler hep tasavvufla uğraşır. güzel şeyler söyler. sen niye böylesin?
-pezevenk! filmlerde senin gibi adamlar da ölüyor. sen niye ölmedin.
-haklısın usta.
yusuf usta yavaş hareketlerle rakısından bir yudum aldıktan sonra çekmecesine doğru yürüdü.
...
ceset temizlemenin zor olduğuna karar veren yusuf ustanın aklından mezar taşına şunları yazmak geçmişti:
bok gibi yaşadım
bok yolunda gittim
kimlikte adım muzaffer ama
ölmeyi bile beceremedim 


 







"kırtlama çay"              
 

25 Temmuz 2013 Perşembe

Onurlu Fahişe

    Sabahın erken saatinde yataktan yavaşça doğruldu. Yanında yatan çıplak adama doğru baktı. Adam derin bir uykudaydı. Üzerine bir şey alma ihtiyacı duymadan çıktı yataktan. Çırılçıplak vücudu odanın loş ışığında bir gölge şeklinde görünüyordu. Sessizce dar gömleğini aldı ve giydi. O kadar dardı ki kocaman memelerinden düğmeleri zor kapanıyordu. Altına tangasını giydi ve üzerine kısa eteği geçirdi. Saçlarıyla veya makyajla uğraşacak vakti yoktu. Aynanın önünde duran cüzdana yöneldi. 3745 dolar para vardı. 45 ini bıraktı. Ve yan tarafta duran çantasını aldı. Sessizce kapıdan çıktı.
Bunları yaparken kendini kötü hissetmiyordu. Sonuçta o ulaşılması kolay fakat değeri yüksek bir kadındı. Para karşılığında sevişmezdi. Bu kurbanlarına küçük bir hediyesiydi. Tatmin edilmesi zor bir kadındı ve kurbanını oldukça yorardı. Daha sonra o uykudayken alacağını alır ve başka şehirlere doğru giderdi. Orta seviye barlara asla uğramazdı. Bugüne kadar hep ünlü iş adamları, politikacılar, konsoloslar ve büyükelçilerle yatmıştı.
   İsteseydi bir kamera ve şantajla çok daha fazlasını kazanırdı. Ama o onurlu bir fahişeydi. Asil bir duruşu vardı. Onu lüks mekanlarda gören kalburüstü insanlar sadece bir içki içmek için bile kuyruğa girerlerdi. O ise pek pas vermez ve duruşunu bozmazdı. Kurbanını önceden seçerdi. Onla fazla göz göze gelmez fakat kendisini ona çokça gösterirdi. Bir şekilde onu etkilerdi ve sonunda kurbanı onun yanına sokulurdu.
Kendini zengin bir ailenin kızı olarak tanıtırdı. Zaten asil duruşu ve takıldığı mekandan dolayı kimse bu konuda şüpheye düşmezdi. Daha sonra kurbanını sarhoş ederdi. Yavaşça kulağına erotik cümleler fısıldardı. Ama bunları yaparken asil duruşunu bozmazdı. Sonunda bir otel odasına giderlerdi. Kurbanının kıyafetlerini yavaşça çıkarırdı. Sonra da dans ederek soyunurdu. Dudaklarından boynuna doğru kurbanının üzerinde dilini gezdirirdi. Bunlar sıradan prosedürlerdi fakat her yaptığında zevk alır gibi inlerdi. Sonra kurbanının penisini çıkarırdı ve muhteşem yeteneğiyle emmeye başlardı.

   O kadar iyiydi ki işinde çoğu kişi bu yalama faslından öteye geçemeden titreyerek boşalırdı. Fakat o biraz bekleyip tekrar işe koyulurdu. Kurbanını iyice yormadan durmazdı. Sonra kucağına çıkıp penisi yavaşça içine alırdı ve sanki muhteşem bir zevk alır gibi inlerdi. Tüm gücüyle zıplamaya başlardı. Kurbanı genelde bu aşamada üste geçerdi ve tüm gücüyle boşalana kadar sevişirdi. Sonra beraber uyurlardı. Sabah ise alacağını alır ve kayıplara karışırdı. 


                                                                                                                          Azabaza

BEYAZ KÖPÜK

BEYAZ KÖPÜK
Çocukluk güzellemelerinin insanın zihninde bıraktığı kadifemsi tadı inkar edemez kimse.

İnsanlar, "anı yaşa" sloganını sadece çocukken tam olarak yaşayabilir.

Gelecek kaygısı veya geçmişin pişmanlığı henüz onların mahallerine taşınmamıştır.

Bir dizinin tanıdık, gülümseten ve toplamında hüzünlendiren bir sahnesi bu çocukluk güzellemesini yazmama sebep oldu.

Dönem dizilerinden "seksenler" tatlı naifliği ile pek çok kesimden itibar gördü.O dönemlerde yaşamamama rağmen ben de beğendim. Çocukluğumun köklerini hissettim.

Ama esas kendimi özdeşleştirdiğim dönem dizisi yeni başlayan "doksanlar".

Mevzu bahis sahne de "sokakta oyun oynayan son nesil çocuklar" olan doksanlar çocuklarından bir kaçının, adını hala tam olarak bilmediğim ama beyaz köpük dediğimiz o nesneyi buldukları bir gölge apartman duvarına amaçsızca sürterek ve bundan tarifsiz bir zevk duyarak oynaması.

Evet o beyaz köpükler. Değişen ev eşyalarının muhafaza kutularından çıkan ve çöp kenarlarına bırakılan ama sonra mahallenin çocuklarının oyuncağı olan beyaz köpükler.

Kimi zaman duvarlara takımlarımızın adını ya da kendi adımızı yazmamıza yarayan, kimi zaman sadece bunu yaptığımız için kızan bir mahalle sakinine inat şekilsizce sürtülen beyaz köpük.

Yazın sıcağında bir arkadaşın başının üstüne kar yağıyor diye ufaladığımız beyaz köpük.

Bisikletin arka tekeriyle demiri arasına sıkıştırılıp giderken havada uçuşmasını ve yerde iz bırakmasını izlediğimiz beyaz köpük.

Deniz köpüğü misali kaybolan o naif, samimi ortamların, yılların hayal edilmesine sebep olan beyaz köpük.Şimdi uç ve selamımı götür.


Oğuz beyaz köpükler başının üstünde dostum kar yağıyor...



                                                                                                                  blank



23 Temmuz 2013 Salı

yeşil zeytinler

         Armutları az önceki yerinde göremeyince “Anne armutları dolaba mı kaldırdın?” diye bağırdı. Yanındaki dolabı açıp bakmaktansa salona doğru bağırmayı tercih etmişti tüm aptallığıyla.
         İçerden gelen ses armutların dolapta olduğunu söylüyordu, üstüne ufak bir ekleme yaparak: balkonda babanın pantolonu var, ütüleyiver. “Tamam” dedi hiç düşünmeden. Annesi “Sabah git Cibuti’den bir kavanoz toprak getir.” dese yine aynı cevabı verirdi. Aklı başka bir yerdeydi. Son günlerde kafasını iyice kurcalayan hayat, kadınlar ve aşk üçgeninin üçüncü köşesindeydi. Bu köşenin açısı diğerlerinin toplamından fazlaydı. Kısacası az sayıdaki canım okurum, bu üçgen bayağı bi genişti.
         Babasının akşam getirdiği yeşil zeytinlere ilişti gözleri. Bir poşet içinde duran 237 tane yeşil zeytin. Poşetin içinde hiçbir şey ifade etmiyorlardı. Oysa büyük bir kasenin içinde, kendisine eşlik edebilecek içkiyle beraber davetkar olabilirdi. Etrafa bakındı kimse yoktu. Ne Aydan ne de Cem buradaydı. Zaten burası da lüks mobilyalarla döşeli büyük bir salon değil, orta halli bir ailenin mutfağıydı. Ahmet Altan’a büyük saygı duyduğunu fark etti. Seviştiği kadınları düşündü. Ahmet Altan’ın seviştiği kadınları. Sonra o adama hayır diyen kadınları da düşündü. Kibarca onu geri çeviren esmer bir kadını. Bir bar taburesi üstünde birasına fıstık atan çocuksu bir kadın.
         Tüm kadınların çocuksu olduğu tarzdan saçma sapan aptalca lakırdılara inanmadığı için kendini kutladı. Bunu sık sık yapardı. Yalnız bir adamın egosunu bu kadar yüksekte tutmasının başka bir yöntemi yoktu.
         Epey uzun bir süre sadece oturdu. Ardından ayağa kalkıp dolabı açtı. Ablasının yaptığı tatlıdan iki dilim yedi. Ellerini yıkarken yine zeytinleri gördü. Kendisinden bir yaş büyük bir abisinin ilginç tespitini hatırladı ve gülümsedi: insanlar zeytini sıkarak yağını çıkarıyor. Sonra zeytin daha lezzetli olsun diye üzerine döküyor.

         Bugünlük bu kadar düşünmek yeter diye düşündü. Daha ütülenecek en az bir pantolon vardı.

                                                                                                       mehmet güzel



                                                                                                                    

22 Temmuz 2013 Pazartesi

erkek muhabbeti

-bizim ailede balık kültürü hiç yok.
-balık dediğin şarıl şarıl akan ırmaktan tutulur mangalda uygun kıvama getirilir.
-ırmak kazuk diye biri vardı kimdi o?
-bilmem, hoş bi hatun olabilir.
-tersi de olabilir.
-erkek bile olabilir, ırmak ne ismi?
-“ırmak baba naber?” “ırmak naber tatlım?” hangisi daha uygun?
-kızdır o zaman. Sen bunları yazcan de mi?
-hee
-insanlar okurken naber ya da tatlım derkenki tonlamanı nereden bilecek?
-kendi kendime yazdığımı da bilmicekler.
-yoo, bilcekler.
-nasıl?
-geri zekalı mısın?
-bazen.
-geri zekalılar daha mutlu.
-genellikle.
-neden hep genelleme yapıyon? kesin konuşmuyon.
-aptal değilim.
-tutarsızsın.
-tuttuğum şeyler var.
-mesela?
-lisedeki halısaha takımımızı tutuyorum.
-nasıldı takım?
-orta sahaya iki forvete bir tane zenci takviye edersen süper lig kalitesine çıkar.
-zenciler neden bu kadar ilgi çekiyor?
-penisleri büyük. tek sebep bu değil tabi.
-olmuşsun sen.
-eyvallah da ne alaka?
-pipi, çük, yarrak, penis evriminde sona ulaşmışsın.
-evrime inanmıyorum.
-hepimiz bir hayvanız/insan olmak kavgamız diyo şair.
-ezgi ve özgü dahil değil.
-oyyy oyy oyy ağzından bal damlıyo.
-senin de salyaların akıyo.
-ben hayvanım.

                                            blue

hayat sövünce güzel


"kapatıyoruuz"
diye bağırmasıyla uyandım, şimdi ölse hiçbir şey hissetmeyeceğim karga sesli kahvehane sahibinin. "çek git burdan" dedi. bense gitmek üzerine konuşmak istedim onunla, nedense.
aslında onunla alakası yoktu. konuşmak istiyordum. cebimde beş kuruş para yoktu. dayak yiyeceğimi bile bile uzatıyordum lafı: "nerelisin abi?"
sana siktir çeken bir adama nereli olduğunu sormak gibi klasik bi geyiği yapmamak gerektiğini daha önce kimse öğretmemişti.
bir an yunus olasım geldi. ikinci yanağımı uzattım.
kabullenemediğim şeyleri söylemek istemediğim anlardan biriydi. söylemedim.
sevmek istemediğim şeylere sövmek istemedğim anlardan biriydi. sövmedim.
yaşadığımı hissedemediğim bu dünyada, varlığımın tek ispatı olan kimliğimi bıraktım kahveye.
param yoktu.
çıktım.
gitmek istemediğim yerler vardı.
gitmedim.
bir güzele benden nefret ettiğini hissettirmek istemedim. hissetti.
ben sadece küfür ettim. tövbe çektim ardından bozulacak tövbelere bir yenisini eklercesine.
kapattım dükkanı. yüz metre ileriye de taşımadım. devir de etmedim. kapattım.
açmak istemediğim şeyleri kapatmak istemedim.
öldüm.









"kırtlama çay"              

21 Temmuz 2013 Pazar

YA TUVALETTE YA TERAVİHTE
Bu ülke de düşünmeden yaşayan çok insan var. Düşünmek için zaman ve mekan bulamıyorlar bence. Yeni bir şey keşfettim. Yılda bir ay da olsa bu yöntemle düşünme yetilerini geliştirebilirler.Nasıl mı ? Teravihle. İşe yarıyor mu yaramıyor mu siz karar verin ,işte teravih ve düşündürdükleri.

1.rekat: karnım tıka basa doymuş gözüm hala açtı sanırım.İlk rekatta iftarda yediğim revaniler geçti gözümün önünden. Biraz daha yiyebilirdim. Kaybedilen revaniler olarak görüyorum tabakta kalanları.

2. rekat:birinin çorapları kokuyordu ve sanırım önümdekinin sağındaki adamdı bu.Kokunun bazen yönü olur.Yanımda duran hacının kırk yıllık gülsuyu olmasa bu kişiyi bulabilirdim. Koku filmi efsane sahnesi geldi aklıma sonra.Ve imam hemen ey başını dedi. Sahneyi kısa süreliğine düşündüm.

3. rekat: Berlin duvarı düştü bir anda zihnime onca yıllık caminin sağlam duvarlarını düşünürken. Farklı yaşam tarzındaki insanların diğerlerine karşı koyduğu duvarların somut haliydi Berlin duvarı.Hoşgörümü arttırmam duvarlarımı yıkmam gerekiyor.

4. rekat: Alper Kamu geldi aklıma hani şu dünyanın en küçük dedektifi. Camiye gitmiş midir acaba hiç? Secdeye giden arkadaşının kıçına tesbihle vurmuş mudur?

Salavat...

5.rekat: İmamın aslında tekerleme okuduğunu hepimizi kandırdığını düşündüm. Manasını zaten anlamıyorduk ama çıkan sesleri de anlamaz olduk. İmam ses hızını geçmiş olabilir mi?

6. rekat: Brad Pitt sakalı denen bir şey var. Yandaki hacının da sakalı var. Benim de sakalım var.Yüzümüzdeki bu kılların bazı insanlar için çok anlamı var. Bizi keçi, dinci,hacı yapabiliyor. Polis kimlik sorarken göster ulan saçını sakalını mı dese acaba? Kimlik taşımaktan da kurtuluruz.

7. rekat: Karşıyaka'daki bisikletler neden daha önceki yıllarda yoktu?

8. rekat: Bu gün dolmuşta gördüğüm adamın taktığı parti rozeti hangi partinindi? Ne önemi var ki adam takım elbise içinde kasınırken bel hizasında beyaz bir tavşan dolaşıyordu.Adamın dükkanı açıktı.

Salavat....



not: teravihin düşündürdükleri devam edecek....

                                                                               Namık Kamil





20 Temmuz 2013 Cumartesi

BİR ŞEY SÖYLEMEYE GEREK YOK
         Günlerdir beklediğimiz bahar gelmişti.Peşi sıra getirdiği güneşi göğe, çiçekleri kıra, yorgunluğu da bana bırakıp çarşı pazar alışverişine çıkmıştı. Ben bu yorgunlukla zor da olsa biraz gezinmiş sonunda dayanamayıp bir parka oturmuştum. Küçük çantamdan çıkardığım defterimdeki notlara göz atıyor, bazılarınınsa kalemle yanaklarına dokunuyordum. Defterimin arkasında boş zaman gevelemesi şiirlerim bulunuyordu.Kalemimle şiirlerdeki kelimelerle oynadıkça onlar da huylanıp gıdıklanıyor,  halden hale giriyordu. Bu oyundan tarifsiz bir zevk alıyordum. Bu sırada genç bir çift oturduğum banka yaklaştı. Delikanlı oturmak için izin istedi, "tabi." dedim dışımdan ve biraz yana kaydım.Torunlarıyla değil kelimeleriyle oynayan bu ihtiyarın zevkini bozacakları için onlara kızmıştım.Ayıp olmasın diye biraz daha oturup kalkmayı düşünüyordum. Delikanlı, kıza:
         _Bir şeyler söylemene gerek yok, dedi.
         Sesinde hiç de sitem yoktu.Kavga ettiklerini düşünmüştüm oysa kızın tedirgin hallerinden. Gençliğin verdiği toylukla ipe sapa gelmez bir konuda tartışmış olabilirlerdi.Ama kız "peki." deyip başını delikanlının omzuna yaslayınca kavga fikri pek mantıklı gelmedi.Merak etmeye başlamıştım. Elbet birazdan konuşurlardı anlardım dertlerini. Onlara nasihat etmeyi düşündüm kırık yıllık evli biri olarak. Hatice'yle nasıl geçindiğimizden, saygıdan, sevgiden bahsedecektim. Anlayıştan, sabırdan dem vuracaktım.Gel gelelim ne kız ne delikanlı ağzını açıp bir şey söylemiyordu. Daha önce böylesine yakın durup da bu kadar uzun zaman konuşmadan oturan genç bir çifte rastlamamıştım. Parmaklarına baktım. Yüzük de yoktu yani suskun evli çiftlerden de değillerdi. Artık defterimle oynuyor gizliden onları gözlüyordum. Kızın gözleri gözükmüyordu. Delikanlınınkilerse evine nasıl ekmek götüreceğini düşünen bir adamın gözleri gibi derinden ve uzaklara bakıyordu.
         Bu gözler beni kederlendirmişti. Kederli anlarda nedense insan bir şey içme ihtiyacı duyar. Çantamdan  market poşetine sarılı su şişemi çıkardım ve biraz içtim. Emekli ve ihtiyar adamlar böyle yapardı. Karıları, evden çıkmadan bilmem kaç kere kullanılmış olan su şişelerine su koyar, nedense onu bir poşete sarar, kocalarına verirlerdi. Karşıda soğuk su satan küçük çocuğun sularına gözüm takıldı. Buz gibi suyu ve kendi suyumu düşünüp Hatice'ye kızdım. Hem ne vardı ki şu poşete sarıyordu kaç kere sarma dememiş miydim ?Yine de bu gençlere ondan bahsedecektim hele bir konuşsunlar.Kadının iktisatlı olmasının makbul olduğunu anlatacaktım.Hatice'ye kızgınlığım biraz geçti. Kız kafasını kaldırdı.
         _Müzik dinleyelim mi? dedi.
         Bu sırada kızın gözlerini gördüm. Masum ve  çocuksuydu. Biraz tedirginlerdi ama.Delikanlının bakışlarından ne dediğini anlamış olacak ki "peki." deyip kafasını yine delikanlının omzuna yasladı.Hatice de böyle ne söylediğimi gözlerimden anlar mıydı acaba? Niye bu zamana kadar buna hiç dikkat etmemiştim?40 senelik evli birinin buna dikkat etmemiş olmasına şaşırdım, üzüldüm de.
          Bir polis arabası geçti ve sağımızdaki seyyar çaycının önünde durdu. Çaycı aceleyle çay doldurdu. Hareketlerinden anladığım üzere kaç şeker diye sordu, şekeri attı ve çayı uzattı. Polis çayı aldı ve uzaklaştı. Tabi ki para falan vermedi. Şaşırmadım. Hatice'nin benim çayı kaç şeker içtiğimi bilip ona göre çayımı getirdiği geldi aklıma. Biraz önceki üzüntüm geçti bir nebze.
         İki Roman kızı önümüzden geçti. Şişmandılar ve yanımdaki çift hakkında olduğunu anladığım şeyler söylüyorlardı. Bunlar bu parkta gördükleri her çift hakkında konuşup dedikodu yapmayı görev edinmiş olabilirlerdi. Konuşup, kaş göz yapıp, kahkahalarla uzaklaşmak ve yeni bir çift bulmak. Her insanın bu hayatta fark etmeyip yaptığı ve böyle görev bellediği şeyler yok mu?
         Gençler oturalı hayli zaman olmuştu. Ama daha ne o kederli gözleri ne aralarındaki durumu anlatacak hiç bir şey konuşmamışlardı. Merakım artıyordu. Neden konuşmuyorsunuz diye de sorulmazdı ya. O an benden çekinip konuşmadıkları hissine kapıldım. Defteri çantama koydum ve yavaşça kalktım. Gözlerimi onların üzerinden ayırmadan bankın arakasında üç tur attım. Genç çift de bir değişiklik olmamıştı. Arada delikanlının yorulan bacağı yerine diğer bacağını üste alması dışında hiç bir hareket yoktu.Uzaktan bakan biri o bankta oturma sürelerinin geçmişi ve geleceği hakkında hiç bir yorum yapamazdı.Acaba kendi aralarında böyle anlaşıyor olabilirler miydi? Hem ne demişti delikanlı "Bir şey söylemene gerek yok."
         Yorgunluk koluma bacağıma dolanmaya başlamış, güneş başka yerleri dolaşmak için hazırlanıyordu.. En iyisi bir buket çiçek alıp Hatice'ye götürmekti. Bu yaştan sonra bu ne romantizmi der miydi? Hoşuna giderdi elbet papatyalar.Yine de sebebini sorardı. Hayırdır Tahir Bey derdi.40 yıllık evliyiz bir şey olmasına gerek var mıydı? Bir bakardım gözlerine, seni seviyorum Hatice'm dediğimi anlardı. Sahi anlardı değil mi?


                                                                                      blank




19 Temmuz 2013 Cuma




ağlayan kedi

           Bu akşam yolda iki kedi gördüm. Biri ağlıyor, diğeri onu teselli ediyordu. Kafamı çevirdiğim pozisyonda yaklaşık 67 saniye bu ikiliyi izledim. Daha sonra isimlerini İzzet ve Esma koyduğum iki yaşlı insan evladı ya da insan ana-babası geldi, ben gittim. Bunlar yaşanırken kulaklarıma fısıldayan adam “yüzüne hasret kaldım kız, yüzüne yüzüm sürmedim.” diyordu. Ağlayan kedi, yeni batan Güneş’in gebe bıraktığı efkârımın ebesi oldu. Yaşı şu anki yaşının en az 3 katı olan kadim dostumun dediği gibi insanlar efkârlanınca canları bir şeyler içmek ister. Çevredeki çok sevdiğim mekanlardan birine girip limonlu soda aldım. Kibar esnafa başka bir isteğimin olmadığını söyleyip dışarı çıktım. 73 saniye sonra gördüğüm başka bir kedinin önüne içsin zavallı diye soda döktüm. Arkasına bakmadan kaçtı dürzü. Kedi sodadan ne anlar? Bu arada “eşek hoş laftan ne anlar” diye bir şey yoktur. Bilmeyenler, istemeden yalan söylüyor inanmayın. Genç ve güzel kızlar; size eşşek gözlüm diye iltifat eden manitalarınız varsa hemen tekmeyi basın. Onlar yeni bir şeyler oluşturmaya üşenen ya da bunu bile düşünemeyen herifçioğullarıdır. Hem boştaki genç ve güzel kızların sayısının artmasından dünya hiçbir zarar görmez. Önceki cümleyi bence diye bitirmeye gerek var mı? 


              mehmet güzel

                                                              SÖYLENTİDİR

Sıcaklık hissi. Hislerin en çok arananı. Biraz daha sıcak, aradığından biraz fazla. Neden bu sıcak? Alnına ve boynuna erimiş  mumları damlatıp tenindeki buharlaşmak üzere olan ter damlacıklarını yerinden oynatan kim?  Nefesini kesen bu yoğunluk ne? Cehenneme mi yollandı acaba? Derin bir nefes alışla göz kapaklarını açması bir oldu. Tavan, kireçle boyalı. Tişörtü sırılsıklam. Yirmi günlük sakalları kaşınıyor. Dışardan bir kuşun zımbırtıları geliyor kulağına. Hayır bir değil daha fazla, kuş da değil ayrıca cırcır böceği. Mobilet sesleri uzaktan, taksi kornası, çocuk bağrışması, tavuk sesi… Araba gürültüsüne alışkın ama bunların arasında tavuk sesi garip geliyor. Merkezden uzak küçük ilçelerde bunların doğal karşılanması gerektiğini anımsıyor.
   ‘’Günde 2 kullanımla plağa karşı 24 saat koruma.’’ Gözlerini biraz aşağı kaydırıyor. ‘’Diş eti hastalıkları ve ağız kokusunun ana nedeni olan plağı azalttığı klinik olarak kanıtlanmıştır.’’  Banyoda olduğunu fark ediyor. Yüzünü yıkıyor ama dişlerini fırçalamıyor, ramazanın yaz aylarına denk geldiği zamanlarda. Balkona çıkıyor. Vakit çoktan öğle olmuş, yine güne geç kalmış. Hep gecikecek bir şeyler bulur zaten. Salona geçiyor, otuz iki yıllık vitrinin yanındaki yirmi sekiz yıllık mobilyanın koltuğuna oturuyor. Altına minder sırtına yastık koymadan oturulamayan, antika-hurda arasında gel gitler yaşayan bir koltuk bu. Okumaya üşendiği iki kitabın sayfalarını evirip çeviriyor. Kendi nefes alış verişini duyduğuna göre bu evin içinde de dışında olduğu kadar yalnız olduğunu fark ediyor. Yarısında bıraktığı okulu için hayıflanma isteği var içinde. Okulu bitirse ne olacaktı sanki? Daha az yalnız olup daha az mı sıkılacaktı, yoo. İyi oldu iyi, en azından okulu bırakma işinde geç kalmamıştı. Hızlıca geç kaldığı başka bir şey buluyor kendine, yok iki hatta üç. Aceleyle abdest alıyor. İkindi ezanına altı dakika var. Farzından öğleyi kılıyor. Allah kabul ediyor.
    İftara kadar bulaşıkları yıkaması ve dergi için yazısını tamamlaması gerekiyor. Bulaşıklara her zamanki gibi bardaklardan başlıyor. Bardaklar tam yıkarken elinde kırılmalık, kırık tam bileğini kesmelik, bileği tam saatlerce kan akmalık. Çeşmedeki sıcak su elini yaktığı anda ölüm senaryosu kurmaktan vaz geçiyor. Bardaktan babanesinin çay kaşıklarına benzeyen kaşıkları çıkarıyor. Sahi ne işi var bu eski eşyalarla dolu, hafif döküntü ve bir o kadar da mütevazı evde. Çünkü teorik olarak işi olsa da pratikte parası yok. Gördüğü zaman selam verdiği eski iki arkadaşıyla kalıyor bu evde sekiz gündür. Yemek yapıp bulaşık yıkayıp evi çekip çevirmesiyle mutualist bir iç parazit olarak yaşıyor bu konakta.  Bir sinek vızıldıyor başının etrafında, arada burnuna saçına konuyor. Elleri köpüklü kovamıyor sineği, başını sallıyor sinek aldırış etmiyor. Çok sinir bozucu, yetiştirmesi gereken işleri var git başından sinek! Burnunun ucuna konan sineğe bakınca bu defolası pis şeyin sinek değil ait olamama hissi olduğunu fark ediyor. Off buraya da mı geldin sen! Sekiz gündür rahattı oysa ki, en son buraya gelmeden önce misafir olduğu amcasının evinde görmüştü. Demek buraya da ait değildi. Zaten gittiği hiçbir yerde kendinden tek şey bulamıyordu, daima yanlış zamanda yanlış yerde olduğuna inanırdı. Canı sıkılmıştı. Şimdi de ellerindeki can sıkıntısı kenelerini görüyor. Sanki ellerinde değil de kemiklerinin üzerindeki zarda geziniyorlar, yedi yıllık kıtlıktan çıkmış gibi emiyorlar kanını patlayana kadar. Canının bu denli sıkılmasına sıkılıyor canı.
    Parmakları henüz buruşmamış, ilginç. Uyandığından beri sakin olan hava bir anda değişiyor, sertçe rüzgar esiyor tıpkı babasının sevdiği gibi. Sanki olacak kötü şeylerin bahanesiymiş gibi gözlerle bakıyor rüzgara. Sallanan ağaçları görüyor. Hey çok vakit kaybetti daha yazıyı yetiştirmesi gerekiyor, tabi bulaşığı bitirebilirse. Tüpe ilişiyor gözü. Geçen gün tüpçüye söylemeyi unuttuğu için yeni tüpü ocağa kendisi bağlamıştı, hem de tek seferde. Galiba son günlerde yaptığı en harikulade iş buydu. Ocağa yaklaştı. Vanayı çevirdi, tıslamayı duydu : tıssssssss. Biraz kıstı, elini yakmak istemiyordu : tısss. Üzerinde saçma sapan bir resim olan küçük çakmağı yaklaştırdı ocağa ve çaktı. Güm!!! Bunun yanında şangır şungur!! Tavandaki kirece sıçrayan kan damlaları, yanmaya başlayan mutfak dolapları… Evin dibindeki kahvede oturan elli sekiz yaşındaki postaneden emekli Ali beyin gözünde korku, kulağında bir ses : çınnn!! Mutfağın penceresinden yola düşen ketçaplı bir sağ kol…  Peeh! Bugün kurduğu ikinci ölüm senaryosu da tatmin etmiyor onu. Pek ses getirmezdi bu, en fazla ikinci sayfa, kim isterdi bu şekilde ölmeyi?  Seksen üçüncü yaş günü sebebiyle halka selam ve gülücük dağıtmaya çıkan buruşuk suratlı İngiliz kraliçesine kurusıkı tabanca doğrultup çatıdaki sınaypırlardan en keskin olanına kurban gitmek, tek kurşun, alnın ortasından. Eh fena değil.
   Bulaşığı bitirip tezgahın üzerini temizliyor. Elleri buruşmamış, daha ilginç. Koltuğuna doğru gidiyor. Sonunda başardı, yazıyı yetiştiremeyecek. Henüz hiç basım yapmamış bir müzik dergisinin üçüncü sayısı için yazıyor. Yazılarını basan da okuyan da yok. Hiçbir işe yaramadığına tam olarak kanaat getiriyor bu mide bulandırıcı yerkürede. Sinek başında vızıldamaya başlıyor tekrar, keneler en korkunç kabuslardan fırlamış gibi bacaklarına tırmanıyor. Sert rüzgar fırtınaya dönüyor. Tedirgin oluyor.  Salona girdiğinde kocaman bir yeşil çekirgeyle karşılaşıyor. Aniden olduğu yerde donuyor, korkuyor, tüyleri diken diken oluyor, kanı damarlarında tersine akmaya başlıyor, gözleri açılıyor. Arkasındaki yağlamaya üşendiği büyük camlı kapı fırtınanın etkisiyle gayır guyurdayarak olanca gücüyle çarpıyor. Bamm!! İlk irkilmesi geçmeden tekrar irkiliyor ve olduğu yerde zıplıyor. Çekirgeyle bakışıyor zıplamanın en üst noktasında saniyenin yetmiş ikide biriyle. Yere indiğinde bir adım atmaya çalışıyor, fakat dün gece üzerinde çay içtiği sehpaya takılıyor, dengesini kaybedip yere düşüyor. Başını önce duvara sonra zeminin halı kaplı olmayan yüz santimetrekarelik beton kısmına  ve orada günlerdir dik şekilde bekleyen vidaya vuruyor. Önce bilincini kaybediyor, sonra kan kaybından ölüyor.

    Cenazesi ertesi gün sade bir törenle öğle namazına müteakip en yakın mezarlığa defnediliyor. Mezar taşı olmadığını fark ediyor sağ kolunun üstüne yattığı yerden. Tahta var sadece ayak ve baş kısmında dikine toprağa batırılmış. Mezarı mermer taşlarla donatmaları için önce toprağın iyice çökmesini beklemeleri gerektiğini ve bunun için birkaç ay geçmesi gerektiğini anımsıyor. Rahatlıyor. Hayatında ilk defa.


                                                                                                                 Ömer Faruk
       




     BİNDİK Bİ ALAMEDEEE...
Kolay tükeniyor her şey.
Bir kaç ayda değiştirilen ayakkabılar, elbiseler ; yenisi çıkınca atılan telefonlar, mp3ler bize artık mutat bir şeymiş gibi geliyor.
Çabuk tüketilenler arasında fikirleri ve kitapları görmek hepsinden acı ve bunaltıcı bir his veriyor.
Sosyal paylaşım sitelerinde belki de en fantastik romanların kurgularının tohumu olabilecek cümleler peşi sıra paylaşılıp ertesi güne unutuluyor.
Ya da en derin, en zarif, en evrensel sözler ve ya fikirler bir kaç karaktere sığışıp adeta çekmecelere konuluyor.
Çekmeceler devasa boyuta ulaşıyor.
Hangi çekmecede gerekenler var insan aklı bunu bulmakta zorlanıyor.
Bir gün kullanırım deyip evde saklanan nesneler hesabı favorilere alınan bu sözler ve ya fikirler tozlanıyor, yıllanıyor, yaşlanıyor ve feri sönmüş ev kadınlarından beter halde uzayda yer kaplıyor.
Çağ hız gerektiriyor olabilir.
Sosyal ortamlar da çağın kabullenilmesi gereken bir oluşumu olabilir.
Şu bir gerçek ki bu tüketim çılgınlığı birilerini rahatsız ediyor.
Aslında yaptığı işlerin çoğunda kalıcı eserler bırakmak amacı olan insanın bu kadar kolay tüketebiliyor olması sizce de çelişki değil mi?
                                                    * * *
Küçük bir karınca neleri değiştirebilir?
Kelebek etkisi diye bir şey var mıdır?
"Seyir etmek" yerine doğru bildiklerinin ,yapamasa da inandıklarının yolunda "seyr edenlerden" olmak ya da hiç değilse bir şeyler hakkında bir ses çıkarmak istiyor insan.
Var olmayı beyan dürtüsü sanırım bu.
                                                   * * *
İyi kötü fikirleri, bakış açıları ve söyleyecekleri sözler olan insanlardanız.
Biz bildiğimiz yolda karavanımızda seyr ederken sizlere de sesimiz ulaşsın istedik.
Bindik bir alamete gidiyoruz aklımıza gelen her yere......


                                                                                                                                                                    -blank