19 Temmuz 2013 Cuma

                                                              SÖYLENTİDİR

Sıcaklık hissi. Hislerin en çok arananı. Biraz daha sıcak, aradığından biraz fazla. Neden bu sıcak? Alnına ve boynuna erimiş  mumları damlatıp tenindeki buharlaşmak üzere olan ter damlacıklarını yerinden oynatan kim?  Nefesini kesen bu yoğunluk ne? Cehenneme mi yollandı acaba? Derin bir nefes alışla göz kapaklarını açması bir oldu. Tavan, kireçle boyalı. Tişörtü sırılsıklam. Yirmi günlük sakalları kaşınıyor. Dışardan bir kuşun zımbırtıları geliyor kulağına. Hayır bir değil daha fazla, kuş da değil ayrıca cırcır böceği. Mobilet sesleri uzaktan, taksi kornası, çocuk bağrışması, tavuk sesi… Araba gürültüsüne alışkın ama bunların arasında tavuk sesi garip geliyor. Merkezden uzak küçük ilçelerde bunların doğal karşılanması gerektiğini anımsıyor.
   ‘’Günde 2 kullanımla plağa karşı 24 saat koruma.’’ Gözlerini biraz aşağı kaydırıyor. ‘’Diş eti hastalıkları ve ağız kokusunun ana nedeni olan plağı azalttığı klinik olarak kanıtlanmıştır.’’  Banyoda olduğunu fark ediyor. Yüzünü yıkıyor ama dişlerini fırçalamıyor, ramazanın yaz aylarına denk geldiği zamanlarda. Balkona çıkıyor. Vakit çoktan öğle olmuş, yine güne geç kalmış. Hep gecikecek bir şeyler bulur zaten. Salona geçiyor, otuz iki yıllık vitrinin yanındaki yirmi sekiz yıllık mobilyanın koltuğuna oturuyor. Altına minder sırtına yastık koymadan oturulamayan, antika-hurda arasında gel gitler yaşayan bir koltuk bu. Okumaya üşendiği iki kitabın sayfalarını evirip çeviriyor. Kendi nefes alış verişini duyduğuna göre bu evin içinde de dışında olduğu kadar yalnız olduğunu fark ediyor. Yarısında bıraktığı okulu için hayıflanma isteği var içinde. Okulu bitirse ne olacaktı sanki? Daha az yalnız olup daha az mı sıkılacaktı, yoo. İyi oldu iyi, en azından okulu bırakma işinde geç kalmamıştı. Hızlıca geç kaldığı başka bir şey buluyor kendine, yok iki hatta üç. Aceleyle abdest alıyor. İkindi ezanına altı dakika var. Farzından öğleyi kılıyor. Allah kabul ediyor.
    İftara kadar bulaşıkları yıkaması ve dergi için yazısını tamamlaması gerekiyor. Bulaşıklara her zamanki gibi bardaklardan başlıyor. Bardaklar tam yıkarken elinde kırılmalık, kırık tam bileğini kesmelik, bileği tam saatlerce kan akmalık. Çeşmedeki sıcak su elini yaktığı anda ölüm senaryosu kurmaktan vaz geçiyor. Bardaktan babanesinin çay kaşıklarına benzeyen kaşıkları çıkarıyor. Sahi ne işi var bu eski eşyalarla dolu, hafif döküntü ve bir o kadar da mütevazı evde. Çünkü teorik olarak işi olsa da pratikte parası yok. Gördüğü zaman selam verdiği eski iki arkadaşıyla kalıyor bu evde sekiz gündür. Yemek yapıp bulaşık yıkayıp evi çekip çevirmesiyle mutualist bir iç parazit olarak yaşıyor bu konakta.  Bir sinek vızıldıyor başının etrafında, arada burnuna saçına konuyor. Elleri köpüklü kovamıyor sineği, başını sallıyor sinek aldırış etmiyor. Çok sinir bozucu, yetiştirmesi gereken işleri var git başından sinek! Burnunun ucuna konan sineğe bakınca bu defolası pis şeyin sinek değil ait olamama hissi olduğunu fark ediyor. Off buraya da mı geldin sen! Sekiz gündür rahattı oysa ki, en son buraya gelmeden önce misafir olduğu amcasının evinde görmüştü. Demek buraya da ait değildi. Zaten gittiği hiçbir yerde kendinden tek şey bulamıyordu, daima yanlış zamanda yanlış yerde olduğuna inanırdı. Canı sıkılmıştı. Şimdi de ellerindeki can sıkıntısı kenelerini görüyor. Sanki ellerinde değil de kemiklerinin üzerindeki zarda geziniyorlar, yedi yıllık kıtlıktan çıkmış gibi emiyorlar kanını patlayana kadar. Canının bu denli sıkılmasına sıkılıyor canı.
    Parmakları henüz buruşmamış, ilginç. Uyandığından beri sakin olan hava bir anda değişiyor, sertçe rüzgar esiyor tıpkı babasının sevdiği gibi. Sanki olacak kötü şeylerin bahanesiymiş gibi gözlerle bakıyor rüzgara. Sallanan ağaçları görüyor. Hey çok vakit kaybetti daha yazıyı yetiştirmesi gerekiyor, tabi bulaşığı bitirebilirse. Tüpe ilişiyor gözü. Geçen gün tüpçüye söylemeyi unuttuğu için yeni tüpü ocağa kendisi bağlamıştı, hem de tek seferde. Galiba son günlerde yaptığı en harikulade iş buydu. Ocağa yaklaştı. Vanayı çevirdi, tıslamayı duydu : tıssssssss. Biraz kıstı, elini yakmak istemiyordu : tısss. Üzerinde saçma sapan bir resim olan küçük çakmağı yaklaştırdı ocağa ve çaktı. Güm!!! Bunun yanında şangır şungur!! Tavandaki kirece sıçrayan kan damlaları, yanmaya başlayan mutfak dolapları… Evin dibindeki kahvede oturan elli sekiz yaşındaki postaneden emekli Ali beyin gözünde korku, kulağında bir ses : çınnn!! Mutfağın penceresinden yola düşen ketçaplı bir sağ kol…  Peeh! Bugün kurduğu ikinci ölüm senaryosu da tatmin etmiyor onu. Pek ses getirmezdi bu, en fazla ikinci sayfa, kim isterdi bu şekilde ölmeyi?  Seksen üçüncü yaş günü sebebiyle halka selam ve gülücük dağıtmaya çıkan buruşuk suratlı İngiliz kraliçesine kurusıkı tabanca doğrultup çatıdaki sınaypırlardan en keskin olanına kurban gitmek, tek kurşun, alnın ortasından. Eh fena değil.
   Bulaşığı bitirip tezgahın üzerini temizliyor. Elleri buruşmamış, daha ilginç. Koltuğuna doğru gidiyor. Sonunda başardı, yazıyı yetiştiremeyecek. Henüz hiç basım yapmamış bir müzik dergisinin üçüncü sayısı için yazıyor. Yazılarını basan da okuyan da yok. Hiçbir işe yaramadığına tam olarak kanaat getiriyor bu mide bulandırıcı yerkürede. Sinek başında vızıldamaya başlıyor tekrar, keneler en korkunç kabuslardan fırlamış gibi bacaklarına tırmanıyor. Sert rüzgar fırtınaya dönüyor. Tedirgin oluyor.  Salona girdiğinde kocaman bir yeşil çekirgeyle karşılaşıyor. Aniden olduğu yerde donuyor, korkuyor, tüyleri diken diken oluyor, kanı damarlarında tersine akmaya başlıyor, gözleri açılıyor. Arkasındaki yağlamaya üşendiği büyük camlı kapı fırtınanın etkisiyle gayır guyurdayarak olanca gücüyle çarpıyor. Bamm!! İlk irkilmesi geçmeden tekrar irkiliyor ve olduğu yerde zıplıyor. Çekirgeyle bakışıyor zıplamanın en üst noktasında saniyenin yetmiş ikide biriyle. Yere indiğinde bir adım atmaya çalışıyor, fakat dün gece üzerinde çay içtiği sehpaya takılıyor, dengesini kaybedip yere düşüyor. Başını önce duvara sonra zeminin halı kaplı olmayan yüz santimetrekarelik beton kısmına  ve orada günlerdir dik şekilde bekleyen vidaya vuruyor. Önce bilincini kaybediyor, sonra kan kaybından ölüyor.

    Cenazesi ertesi gün sade bir törenle öğle namazına müteakip en yakın mezarlığa defnediliyor. Mezar taşı olmadığını fark ediyor sağ kolunun üstüne yattığı yerden. Tahta var sadece ayak ve baş kısmında dikine toprağa batırılmış. Mezarı mermer taşlarla donatmaları için önce toprağın iyice çökmesini beklemeleri gerektiğini ve bunun için birkaç ay geçmesi gerektiğini anımsıyor. Rahatlıyor. Hayatında ilk defa.


                                                                                                                 Ömer Faruk

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder