30 Aralık 2014 Salı




Sağanaktan kaçış
Yağmur değiyor şakaklarıma
 Tastamam yaralandım bu sefer
Bir deprem sonrası
Düşüyor güller demirden zemine
Tozlara karışıyor, mahşer tozlar

Mukaddese tül perdeden bir giz örttüler
Uzak kaldım artık olana
Yırtar gibi çıkardılar üzerimden geleceği
Maziyi bir kahır desenle kazıdılar sırtıma
Tastamam bağlandım bu sefer

Yangın kırmızısına boyadım saydamlığı
Buzları çözdüm çengel
Sağ sol alt üst her yer derbeder
Yıkıldı ıslak entariler bir bedenden içeri
Yakası emanet verilmiş, dirseği yamalı

Izdırabını büyüttüm sevdanın beynimde
Yağmurla gebe kaldım
Bu sefer kaçış yok
Tastamam yandım.


görülmemiş rüya



rüya gördüm dün gece. uzun zaman ardından. tabii ki de seni gördüm. tabii ki de uzun zaman ardından.
yürüyorduk ışıksız bir yolun tam ortasından. sen bana "bu karanlıklardaki karartılar kim?" diye soruyordun. ben gülümsüyordum sana.
yolun kenarında siyah ağaçlar vardı. siyah meyveleri vardı ağacın. sen bana "bu meyveleri kimler yiyor?" diye soruyordun. ben gülümsüyordum sana.
siyah arabalar geçiyordu sonra yanımızdan. arabanın gürültüsü de gölgeliydi. arabayı bir gölge sürüyordu, bir başka gölge koşuyordu arkasından. sen şaşırmıştın, bense senin şaşkın gözlerine gülümsüyordum hala.
kuşlar uçuyordu, her biri birbirinden siyah. kuşları yakalamak isterken bir korku vesikalığı düşürüveriyordu siyah eteğinden. kara kaplı defteri hemen alıp saklıyordun benim siyah gözlerimden. bense hala gülümsüyordum senin telaşlı hallerine rağmen.
"bak!" diyordum sana "şurada oturalım mı?". bu kez sen gülümsüyordun. oturuyorduk, güneş yoktu, hiçbir şey görünmüyordu karanlıktan. ama biz bir manzara izliyorduk.
gözlerinden yaşlar süzülüyordu, bunu hissedebiliyordum ama görmüyordum.
ellerini de göremiyordum zaten. saçların zaten yok.
sahi sen korkuyordun karanlıktan.
sen yoktun ama korkun vardı ellerimde. vesikalığını bende unutmuş olmalısın.
gülümseme yoktu yüzümde artık.
farkına varıyordum o anda. şimdi düşüncelerim de karanlık.
rüya görmemiş bile olabilirim.
ne kadar da benziyor karanlıklar diğer karanlıklara.
biliyorum hiçbir şey farketmeyecek ama
sen henüz görmediğim en güzel rüyam kadar güzelsin eminim.

"kırtlama çay"                

30 Kasım 2014 Pazar



OFSAYT OSMAN


*biz fakirler için yazılmıştır.
ofsayt Osmanı bilen bilir bilmeyen zaten bu yazıyı okumasa da olur.
hayat fazlasıyla futbola benzer ve futbol hayatın kendisidir.
fakirler üç kuruş para için bir gün kendisinin de rahat yaşayabilmesi için didinir.
didinmek mutlak surette tırmalamaktır.
fakirler doğuştan yeniktir.
üç beş adam bazı fakirlerin para olarak rahatlamsına vesile olmuş hatta onları milyarder yapmış olabilir.
bilen bilir fakirlerin parası olsa bile ruhu fakirdir.
bir sahne hayal edelim,
dakika 90 ı geçmiş ve siz bir Anadolu takımı olarak bir İstanbul takımını yenmek üzeresiniz,
hakem önce haddinden fazla uzatma verir,
uzatma da bir penaltı,
ve siz koşma rekoru kırdığınız bir lig de ,
üstelik yenmek üzereyken,
kaybedersiniz.
onca emek didinmek boşunadır.
bir başka sahne ,
zar zor borç harç bitirdiğiniz okullar,
soğuktan donduğunuz evler,
pisliğinden bunaldığınız yurtlar,
ucuz sigaralar,
simitle geçen kahvaltılar ki bazen siz aç değilsinizdir!,
et niyetine yediğiniz tavuklu pilavlar,
tamam herşey geçmiştir,
artık zamanı gelmiş siz de adam olcaksınızdır.
ay da bir menüye bakmadan yemek yiyeceksinizdir orta sınıf bir lokantada,
ama işte son mülakatta,
hani sizin yazlı sınavda muhteşem yaptığınız o şirket mülakatında,
birileri,
güçlüler,
tanıdığı olanlar,
sizin önünüze geçmiştir.
siz bir Anadolu takımı olarak kazanmak üzereyken,
kaybetmişsinizdir.
ve o an 
tüm didinmeler tüm çabalar tüm sabırlar tüm kahırlar
boş gelir.
değişmez bir gerçek kenarı açılmış ayakkabılarınızdan giren soğuk gibi bedeninize girer,
ve ruhunuz ürperir.
yapılacak tek şey ucuz bir sigara dumanında,
tenha bir köşede ağlaya ağlaya,
ölümü beklemektir.
çünkü bu da gol değildir.

29 Kasım 2014 Cumartesi


Ağır çekim
Ne diyebilir ki
Öfkesini izler insan
En bilinçsiz görülen zamanda
İdrak tepesinde

Ne susulabilir ki
Neyi konuşacağını bilmeyen biri
Gevelerken sözleri
Ruhu ensesinde

Ne bilebilir ki
Her şeyi bilemeyeceğini
Gerçeğin boyutlarını sezdiğinde
Mutluluk sonrasında

Ne vazgeçebilir ki
Yapış yapış günahlarla
Akan nehirlere yaslanıp beklerken
Ölüm arifesinde

Ne yaşar ki
Suya hasret su içinde
Elleri paslı bir demire kelepçeli
Batık gemilerde






19 Kasım 2014 Çarşamba

Savaş Bu
Gözlerini açtı. Gri gökyüzünü amaçsızca süzdü. Bilinci yerine gelir gelmez belirsiz bir korku ve şiddetli susamışlık hissetti. Önce gözleriyle taradı çevreyi, bir süre sonra başını kaldırıp etrafına baktı. Başını kaldırırken gövdesinde dipten bir sızı hissetti ve kendinden geçmeden önceki sahneler ardı ardına gözünün önüne geldi.
Rossi bir İtalyan askeriydi ve birliğiyle birlikte çekilirken vurulmuştu. İki köy arasındaki bu bir iki saat aralı hücum ve geri çekilme hareketi bir süredir devam ediyordu. Hem İtalyanlar kendi tuttukları köyden karşı köye hücum ediyorlar ve kendilerince ağır zayiat verip geri çekiliyorlar hem Fransızlar aynı şekilde kısa taarruzlarda bulunuyorlardı. Kesin hücum emri gelmemişti ama yıpratma amacıyla bu tarz hareketlilikler yapılıyordu. Geri çekilirken onları kovalayan Fransızlar Rossi’yi ölü sanmış olmalı ki bir şey yapmamışlardı.
Bir hareketlilik sezdi birden. Gözleri yarı açık gelenlerin kim olduğunu anlamaya çalıştı. Bunlar Fransızların tarafından gelen İtalyan birliğiydi. En önden gelen komutanını gördü. Sevinir gibi oldu. Doğruldu. Komutanı durdu.
-Rossi seni öldü sanmıştık dedi.
-komutanım henüz değil ama sanırım 5 saattir yatıyorum ve ölmek üzereyim acaba şarabınızdan bir yudum içebilir miyim dedi, Rossi tüm hararetiyle.
Komutan matarasını çıkardı ama boş olduğunu gördü. Bu sırada Rossi’nin bakışlarındaki bulanıklığı fark etti.  Fransızlar yaklaşıyordu. Rossi uzaktaki Fransızlara bakıp bir şey demek üzereydi ki bir öksürüğe tutuldu. Komutan:
-rossi senin için köyüne bir mektup yazacağım dedi ve Rossi’nin başından ayrıldı Geriden gelen bir askere eliyle vur emri verdi. Asker Rossi’nin kalbine nişan alıp onu öldürdü.
Bu harekete anlam veremeyen gözlerle bakan birkaç askere, “Fransızların çok güzel şarabı var, savaş bu ihtiyatlı olmak lazım .“dedi.
***
Gece inmiş askerler bir köşede şarap içip çene çalmaya başlamıştı. Gece iki tarafta birbirine ilişmez herkes rahat rahat işini yapardı. Postallarını boyayanlar, tıraş olanlar, mektup yazanlar ne ararsan vardı.
İlk silah sesi köyün girişinden geldi. Şaşkın askerler silahlarına sarılıp mevzi almaya çalıştı. Hem rahatları bozulduğu için hem de açıkça karşı tarafın kesin taarruz emri verdiğini anladıkları için canları sıkılmıştı. O şaşkınlıkta bir düzine asker ölmüştü. Komutan çadırında bir yandan üslerine haber vermeye çalışıyor bir yandan da askerlerine emirler veriyordu. Dışarı çıkması gerekti artık askerlerinin başına. Tam çıkacakken saldırıdan önce Rossi’nin ailesine ulaştırılmak üzere yazmaya başladığı mektup aklına geldi. Masanın başına geçti. Son iki cümleyi yazıp bitirecek sonra dışarı çıkacaktı.
Sandalyeye oturdu. Şu satırları yazdı ve imzasına atarken bir kurşunla kafasından vuruldu. İmzasındaki noktayı kafasına yediği tek kurşundan sıçrayan bir kan damlası koydu. Savaş bu ihtiyatlı olmak lazımdı.
“ Sevgili ….. ailesi,
Komutanı olduğum oğlunuz Rossi’nin kahramanca savaştığı bir çatışma esnasında hain düşmanca öldürüldüğünü bildirmek isterim. Oğlunuz cesur Rossi hepimize ve dahi sizlere gurur kaynağı olmalıdır. Son sözlerinde sizlerden ve sevgilisi Alegra’dan mutlulukla bahsetmiştir. Ölüm aylığı evrakları bu mektupla birlikte size ulaştırılacaktır. Tanrı hepimizi korusun.”
İmza
Donati Rizzo

12 Kasım 2014 Çarşamba



                        bile bile
O tren kaçtı şimdi
Uzun parmaklarım var benim
Firar izleridir bıraktıkları cebim delik
Rayların üzerinde
Sıtma menşeli bir rüzgar okşarken saçlarımı
Kıvırcık karanlıklar hışırdıyor
delik cebimde ellerim
dönse ayaklarım geri
cin olacağım sanıyor
                                dönülmüyor.

kaçan bir treni kovalamak değil niyetim
o tren kaçtı çünkü
realistim dibini sıyırırım gerçeğin
hayal dünyam yenik  bir asker
ve malumdur yenik askerler
tutsak olmaktansa
ölmeyi yeğler
eski bir lanettir
çok istediğinde bile bazen
                                 ölünmüyor.




3 Kasım 2014 Pazartesi

HER KİMSE HİÇ GELMEZ
göle giden yolda yürüyorum.yapraklarda ağaç namına bir şey kalmamış hepsi toprağa sarılmış.ağaçlar roma zamanından kalma heykeller gibi çıplak kalmış.
akşama çok yaklaşıyor gün.
***
güneş arkasını döner buralarda yazın bitiminde, sevgilisine küsmüş nazlı bir kız gibi.
güneş küsünce yalnız kalırım ben.
zilim kapıcının çöp toplama zamanında bile çalınmaz.bir kapıcım bile yok.
dıştan yek vücut görülen nar gibi ama içimde bin tane duygu peydahlanmış halde kendimi attım yollara. esrik develer gibi sallana sallana yürüyorum.

duvarların isimleri var evimde.hepsi ketum bir adam kesilir susarlar gündüzleri.ve geceleri ruhlarındaki aşifteyi kusarlar.
duvarlarım geceleri bana olmayacak hayaller anlatır.
tüm orospular gibi zamanı geldiğinde en tumturaklı yalanları dizerler ardı ardına.
sevgili duvarım bahar, kendisi balkonun karşısındaki duvar olur, dün gece Gönül isminde bir kadının bu akşam gölün kıyısındaki bankların en eski olanında beni bekleyeceğini söyledi.
herkes bazen yalanlara inanır.
herkes bazen yalanların doğru çıkma ihtimaline canını verebilir.
herkes bir akşam vakti göl kenarında hiç gelmeyeceğini bildiği Gönül ismindeki bir kadını bekleyebilir.
ve o kadın neredeyse nasıl biriyse nasıl şeyler yaşayıp nasıl hikayeler biriktirdiyse hiçbirini bilmenize izin vermez.
o kadın her kimse hiç ama hiç gelmez.

A.Y.

Kimse Gelmedi

Not: bu yazıyı okurken arka planda bu şarkıyı dinlemeniz şiddetle önerilir http://www.youtube.com/watch?v=v9bXnhEaO9M


-Kimse Gelmedi-

1 hafta olmuştu...
Birşey denemek istemişti o hafta. Kimseyi aramayacaktı ve öğrenecekti kimdi gerçek dostları. Bu karardan sonra kimseyi aramadı, hep bekledi. Bekledi ancak yine kimse aramadı. Sadece işi düşen insanlar arıyordu arada sırada onlarıda saymıyordu....

1 hafta olmuştu... Korkuyordu, demekki evde ölüp kalsa kimsenin ruhu bile duymayacaktı. Kimsesi yoktu çünkü. Bilmiyordu neden böyle olmuştu, nasıl olmuştu... Geçmişi düşündü, artık geçmiştende nefret etmeye başlamıştı, acı veriyordu çünkü artık geride kalan günler. Neredeler kim bilir şimdi... Titremek geliyordu içinden... Sıkışıp kalıyordu birşeyler boğazına..

Pencereden caddeye baktı, gülüp eğlenen insanlar vardı, gerçekten mutlu muydular? Mutluluk nedir? Beyinde salgılanan bir hormon mu, yoksa ruhen birşeyler oluyor muydu, bilmiyordu.. genelde üzülüyordu çünkü...

Birşeyler yanlıştı, düzeltmesi gerekiyordu ama bilmiyordu nasıl olacağını. Artık ona ümit veren tek şey bu dünyanında ölümlü olmasaydı. Azap veriyordu bu dünya ona. Geçmiş nasıl bittiyse, gelecekte bitecekti bir gün elbet.

B.Y.

26 Ekim 2014 Pazar

YALNIZLIK VE

      Dünya onun etrafında dönmüyordu. Dönseydi daha güzel bir yer olurdu. Ya da olmazdı. Bunu düşünmedi. Üşendi. İlgi bekliyordu ilgilenmeyi istediği insanlardan. İnsanlar basitti. Hâlâ basitler. İnsanlar aptaldı. Hâlâ aptallar. Öyle kalacaklar. Ve korkarım o da bir aptal olacak. Yok be olmaz. Niye olmasın ki? Belki olmuştur bile. Kadınlardan daha çok ilgi bekliyordu. Bu abazan düşüncelerle dolu bir ilgi değildi. Öyle olsaydı itiraf ederdi. Esen Güler'in dediği kıvama çok yaklaşmıştı. Kaybedecek çok az şeyi vardı. Onları da kaybetmek istemediğinden emin değildi. Aslında onlara sahip olamamıştı. Bu konu çok su götürürdü. Gitti su döktü. Bir evin en önemli bölümü tuvalettir.
     Son zamanlarda ilgi gördüğü tek kadın annesiydi. Onun da en büyük gayesi oğlunun kafa kâğıdındaki bekar yazısını yok etmekti. Annesine "uzun bi süre evlenmem ben" dedi. "korkma zina yapmam; kadınlar benle sevişmek istemeyecek kadar seçici, ben bu konuyla uğraşmayacak kadar üşengecim" diye eklemek istedi. Siktir etti. 


M.G.

22 Ekim 2014 Çarşamba

Yalnızlık ve Beden Eğitimi

Annem, diye düşündü. Tırnak makasını masaya doğru fırlatırken.
Annem olsaydı. Parmaklarımı avcuna sıkıştırıp kesseydi. Tırnaklarımı.
Aralarına hiç kimse dolmuş tırnaklarımı.
Boş bir buzdolabının, boş bir odanın, boş bir sokağın, boş bir stadyumun, boş bir Kenya’nın, boş bir Jüpiter’in, boş bir midenin bağırabileceği kadar öfkeli, şiddetli ve ince haykırdı.
Kesseydi tırnaklarımı!
Oysa küçük bir sümüklüyken bile yememişti tırnaklarını. Annem tırnaklarını yersen karnında kurt olur dedi. Midesinde tüylü, kocaman pençelerini yalayan, sivri dişlerini gösterirken gözlerinden hırlayan korkunç bir kurdun gezindiğini düşünüp kusmuştu.
Beni yemeye midemden başlayacaktı.
Onu yemeye kalbinden başladı, aklını yedi, ciğerine işedi.
Tırnak makasını masadan alıp çöpe attı.
Çöpten aldı. Pencereden attı. Bahçeye düştü.
Tırnak makasım olmazsa annemi de istemem, bir insanı da göresim gelmez.
Sandı.
Hiç kimsesiz tırnak aralarına yalnızlık doluştu.
Yedi tırnaklarını, kemire kemire acıttı. Midesi boşlukla büyüdü.
Midesindeki onlarca kurdu tırnak diplerindeki yalnızlıkla dölleyip yüzlerce yaptı.
Her akşam lavaboya gidip parmaklarını teker teker boğazına sokup tırnaklarının kokusuna gelen kurtları kustu.
Ağzı salyalı gözleri ateş kurtlar.
Kurtlar uludu.
Çarşafsız yatağında her gece dişi bir kurtla sevişti.
Kurtlar uludu. Günler geçti.
Odanın her köşesine birbirini yiyen vahşi kurtlar çöktü.
Dişi kurtlara şarkı söyledi. Gece yırtılınca geceye şarkı söyledi.
‘’ Yalnızım ben çok yalnızım.. Buymuş benim alın yazım.. İster uzak ister yakın... ’’
Ağzı yırtılana kadar şarkı söyledi.
Avazı çıktığı kadar şarkı söyledi.
Aklı çıktı.
Bir daha sesi çıkmadı.



F.Y.

21 Ekim 2014 Salı

null yalnızlık

görüntü bulanıklaşıyor. ekranım da çizilmiş zaten. dünyayı 144p takip ediyorum artık. pek izleyecek birşey de yok zaten, bi neşet baba var bi ferdi baba. dinlemek yetiyor.
oturup hayal kurayım diyorum, yok. onlar da terketmiş. durum vahim.
intiharın bir cesaret ürünü mü yoksa korkaklık mı olduğu tartışıladursun, dünyanın yaşanılacak bir yer olmaktan çıktığı da su götürmez bir gerçek.
ne diyordum?
hah hayal diyordum.
hayal kurmaya başladığımda boş ekran veriyor beynim. 
gülümseyen yüzler ararken gözlerim, suratıma tükürenler bitiyor etrafımda.
ulan bi susun be.
var mı hayatı yaşanılır kılacak, değerli insanları üzmeyecek insanlar?
cevap: "null!"

m.k.
YALNIZLIK VE PLANKTON
Köpekler uluyor.
Kombinin sesi çıldırtıcı seviyede.
Yapbozun parçaları hiç bilmediğim yerlerde saklı. Sözler söylüyorum doğrular yanlışlarla yarışıyor. Soruyorum Sırma’ya kim haklı?
Dudak tembelliği denen bir şey varmış. Konuşmayan insanlarda olurmuş. Ben küfrediyorum arada yoldan geçenlere, otobüse, gülenlere, çarpanlara, travestilere, dilencilere. Dudaklarım da zihnim tembelleşiyor. Kelimeleri unutuyorum. Sözlükler dolusu kelime bilsem ve bu kelimeleri en fiyakalı sırada artarda dizsem faydası yok.
Batmıyorum ama yüzmüyorum da. Gitmiyorum ama bitmiyorum da. Askıda kalmış hayatım. Kütlemi hacmime bölüyorum. Bir dölün yoğunluğundayım şimdi. Başladığım yerde.
Köpekler uluyor.
Ayaklarım boşlukta sallanıyor.
Bir sigara ömrü kadar hayatımda.



A.Y.

20 Ekim 2014 Pazartesi

Soğuk ve Yalnızlık

Çok soğuk burası..
Biriniz gelse ya nefesiyle az da olsa ısıtsa ortamı.
Bir iki kelam etse ya, olmaz mı!
Sahi ya adım neydi benim. Çok uzun zaman olmuştu adımı duymayalı.
O kadar yalnızım işte.
Bitmiş herşey benim için, yok artık mutluluk, sadece 3-5 dost kalmış hayatta geriye..
Üşüyorum burada...
Başım zonkluyor iğrenç bir şekilde kabullenemiyor şartları durumu. Yok yok olmuyor böyle...

Birileriyle konuşmayalı neredeyse 1 hafta oldu. Konuştuğum tek şey var o da içimdeki ses.
Ama ben hiç konuşmuyorum ki yine hep o konuşuyor.
Yolda şen şakrak yürüyüp konuşan insanlara imreniyorum. yoksa ben bir hayalet miyim?
evet merhaba yalnızlık. acaba ölümden sonrasıda mı yalnızlık.. olmadığını ümit ediyorum.
hey içimdeki ses!.. uyudun mu?



B.Y.

4 Eylül 2014 Perşembe



TEPENİN ARDINA GEÇTİ YÖRÜKLER
çok üzdüler bu yaz bizi.
şapkamız olsaydı eğer, önünde şapka çıkaracağımız insanlar değil.
aynı masada yemek yerken utana sıkıla ekmek isteyeceğimiz insanlar değil.
dolduracağı ikinci bardak çayı nasıl isteyeceğimizi bin bir türlü hesapla düşündüğümüz insanlar değil.
ikramını dağıtırken sahte gülümsemesini işinin bir parçası yapan otobüs muavinleri değil.
sırf fiyatını sormayıp parayı uzattık diye fiyatının fazlasına malı satan bakkallar değil.
çakallar hırsızlar ipsizler sapsızlar değil.

çok üzdüler bu yaz bizi.
kim olduklarını bilen bilir.



-Azabaza-

1 Ağustos 2014 Cuma

duydunuz mu, bizi allaha anlatacak çocuk


...
sen sus kardeşim, konuşacak pek birşey kalmadı bu dünyada. kalem oynatmaya takati kalmamış insanların konuşmaya ihtiyacı yok. bu dünya kahpeliğin değerli olduğu, masumların kahpeliğe çerez olduğu bir yer artık.
çocukların gülmeyi öğrenmeden ölmeyi tattığı bir yer.
artık kendi acılarımı dert etmekten utanır oldum bu ikiyüzlülüklerden, bu şerefsizliklerden, bu .., bu .., yok yok burada söylemeyeceksem nerede söyleyeceğim? bu orospu çocukluklarından...
gözlerimin önüne geldiğinde sevdiğimin gözleri, dönüşüveriyor filistinde ağlayan bir çocuğun gözlerine, hani demiştim ya her acıda biraz sen varsın diye, artık senden her acıya giden bir yol var.
ağlamaya bahane çok. ama ben ağlamayacağım. ellerim kollarım... kesin atın şu değersiz varlıkları. sen ağlarken çocuğum, siz ölürken benim insanlarım, ben burda bunları yazıyorum. bu değersiz ellerim ve bu değersiz ayaklarımla duruyorum burada. bir ateş yakın, verin ateşe durduğum yerleri ta ki yanmayı öğrenene dek sizlerle. sizin bir damla gözyaşlarınız dünyadaki tüm ateşi söndürmeye yeter fakat ne yazık ki bu dünyada değil.
ben burda sana bunları yaşatanların yüzlerine bakarak "siz orospu çocuklarısınız!" demek isterken, sen "bunları allaha anlatacağım" diyorsun çocuğum. sen çok büyüksün. senin kalbine tüm dünya sığar, şerefsiz, ikiyüzlü ve katiller hariç. onlar senin kalbine giremeyecek kadar kirliler.
ben şimdi susayım çocuğum, ben çok konuştum; yine bir sınavı son geceye bıraktım.
allah bana seni soracak ve ben sınavdan kalacağım.
...



-ağyar-         

2 Temmuz 2014 Çarşamba

yelkovan esintisi




"karanlıkta nüfus sayımı şöyle yapılır:
yaşayanlar bir sigara yakar"
emrah serbes


gurur duyduğu işler yapmamıştı o güne dek. gurur duymadığı işler de yapmamıştı. annesinin veda gözyaşlarıyla büyümüştü. öyle ki kalbi ellerine sığmamıştı annesinin. 
bir anne yüreğine seyahat edip dünyanın tüm karanlıklarına meydan okursa eğer o zaman gurur duyabilirdi bu yaptığı işten. dünya gurur duyulmayacak işlerle doluydu.
yelkovan hızında yaşıyor, akrep hızında ölüyordu. her saniye bir ölüm ve bir yaşam içeriyordu. gözleri duvarda asılı olan baba yadigarı saatten ayrılmıyordu. ölmek bir sigara izmariti kadar sıradan, kaybetmek lav kadar yakıcıydı.
elleri olmayan bir kasap, ayakları olmayan bir futbolcu, gözleri olmayan bir cankurtaran, dili olmayan bir spiker, memesi olmayan bir eskort ve kalbi olmayan bir aşık. bunlar en iyi anlaştığı arkadaşlarıydı. her an pastanın üstündeki üflenen mum gibiydi. 
sigarasını yakar ve nüfus sayımına katkıda bulunur, sonra da siktir olup ölürdü.
kadınları hayal etmek, onları hayali elverdiğince soyup şekilden şekle soymaktı dünyasındaki en büyük hareket. sonra da büyük küfürler sallardı kenine. hayat buna değmez derdi. 
ağlardı ve sonra sigarasını söndürüp duvardaki saati kontrol ederdi. saniye kolu, ölmesini emrederdi. 
ölürdü.
günlerden ne diye sorsan "saniyelerden ölüm" diye cevap verirdi. 

şimdi yukarıda yazan saçmalıkları ve şu saçma adamı düşünmeyi bırak ve saatine bak. acaba kaç ölüm daha var ölene kadar?


-ağyar-

4 Haziran 2014 Çarşamba

kelime yanığı



kaç zamandır defter yaprağında biriktirdiğim kelimeleri götürmek istedim bir yüzünden gülümseme dilinden anılar eksik olmayan beyaz saçlı bir amcaya, kumbarasında biriktirdiği bozuk paralarla kendine dondurma almak için bakkala giden ağlamaklı bir sevinç sahibi çocuk misali.
çoğu zaman cümle içinde kullanmaktan korktuğum kelimeler tek başlarına cümle haline gelip çıktılar karşıma. cümlelerimin elinden tutup yürümeye çıktım üsküdar sokaklarına; her adımda ayrı bir ölüm ihtimali, her nefeste farklı bir ölmeme haliyle.

her çaldığım kapıdan eli boş döndüm.

sürekli ikiye ayrılan yolda yanlışı seçmemek mümkün değil gibiydi ve ben yanlışa müptela olmuştum. içten içe zevk aldığım kaybetmeler, hiç anlaşamadığım gülmek ile tartışıp dururdu. kelimeler olmaması gereken yerde ve olmaması gereken zamanlardaydı her zamanki gibi. isyanlar güzeldi isyanı yaradana isyan etmedikçe. bir de gözlerin güzeldi, benden donmedikçe. gözlerin bir isyan gibiydi. şimdi bir demet mermi, bir buket roket, parça tesirli gözlerinle yarışamaz.
oysa ne güzeldi gözlerinden kopardığım papatyalar!

gözlerin, sevgilim! gözlerin istanbul trafiği gibi kalabalık, ben kadar yalnız ve bir bebek kadar da masumdu.

hayat, sevgilim! gözlerini haketmeyecek kadar kötülüklerle dolu, sevgini taşıyamayacak kadar zayıf ve incir çekirdeğini doldurmayacak kadar da boştu.

ben bir sabah uyandım ve gözlerin açılmamıştı. güneşe baktım, yerinde yoktu. ay arkasında mektup bırakıp terketmişti dünyayı. yıldızlar toplanmıştı bir kenarı ve ağlıyorlardı, birer birer kayıyorlardı gökyüzünden. 

ben bir sabah uyandım ve gözlerin açılmamıştı. terkettim yaşamayı. ben o gün çıkmadım yataktan. yağmur gözlerinin kapalı olduğunu görünce tersine akmaya başlamıştı. bulutlar yağmurları sineye çeke çeke kabarmışlardı. bak, şu hep anlamlı şekiller aradığımız bulutlar bir araya gelip sen olmuşlar! sen gözlerini açmayadur, bulutlar seni unutmamışlar.
ben bir sabah uyandım ve gözlerin açılmamıştı. kızmıştım sana, ölmek bu kadar kolay mıydı diye. sen dinlememiştin beni. dudaklarında hafif bir gülümseme saçlarında dün geceki dokunuşlarım yapışıp kalmıştı.

ben bir sabah uyandım ve kelimelerimi toplayıp ihtiyara götürdüm. al, dedim ihtiyar, al bunları bunlar kullanmadığım kelimeler lazım olur! ihtiyar artık hepsi seni anımsatan kelimeleri aldı, şömineye attı. ve bana bir çay ikram etti. ölmek kolay değil, dedi. arkama bakmadan orayı terkettim.
tenimi okşayan karanlık göz kapaklarının kapanmasındandır. güneş aydınlatamaz. bana bu şefkat gösteren karanlık, ürkütücü sesler, hepsi yokluğundan. sen ey kelimelerimin yegane muhatabı! neredesin, çık gel!

sen, ey uzun gecelerdeki düşüncem! kısa gecelerdeki tan yerim! perdeler çekmek isterdim sensizliğin gündüzüne ki ağıtlar yaktığım belli olsun. gecesi mi? bırak da yokluğum sandığa kaldırdığım yüreğimde saklı kalsın.



                                     "kırtlama çay"               .  

29 Mayıs 2014 Perşembe


gece

hani gece örterdi tüm sırları
renkli şekerlere özendi hislerim
ağızda dağılan.

hani karanlık saklardı hırsızları
ilk bakışın canlanıyor hayalimde
kalbimi çalan.

hani sesleri uyuturdu gece
efsunlu sözler fısıldıyor resimlerin
renksiz dudaklarından.

hani gece muştusuydu gün ışığının
titriyor kanlı güvercin gövdesi umutlarım
yolda vurulan.







25 Mayıs 2014 Pazar


                                        MORİTENTES'İN SESLERİ
         Gece boyu düşündüm. bir  beyaz farenin arkasından seneler boyu gitmek bana ne kazandırırdı.Sahillerin sahibi dünya dolusu kum varken ben neden elimle kazıdığım toprağı bir ışık uğruna tünelin açık olan ilk ucuna toplayayım ki.
         Gece boyu ağladım karanlık bir arka odada. Kendimle sessizce konuşa konuşa ağladım.Duvarlarda kıpırdayan gölgeler yoktu .Işığın olmadığı yerde gölge ne arasın.Kafamın içinde dolaşan gölgeleri kimse göremez.Çünkü en kapalı yer beyinlerdir.Beyinlerin demirden milyonlarca kilidi var.
         Bu sabah apartman sahibi bayan Turensi ellerinden bir şey gelmediğini bağıra bağıra anlattı kır saçlı bir adama. Ben bunları gece gölgelerin hiç gelmediği duvarların arkasından istemeyerek de olsa duydum.Kim bir bağırmayı duymak ister ki.Bir kavganın etrafına toplanan hastalıklı ruhlar mı? Onlar bağırılanları duymak değil hareketleri izlemek için toplanırlar.Ben  bayan Turensi'nin el hareketlerini ve yüzündeki ifadeyi eksiksiz hayal edebilirdim ama etmedim.O bağırmalar bir taşralı kavgasından daha samimiyetsiz ve göstermelikti. Ne kadar da amatör oyunculardır şu şehirli züppeler.
         Gece boyu delirdim.Bir anda delirir insan diyenler halt etmiş.Beni yıllardır duyduğum tahtakurusu sesleri delirtti.Gece boyu bu deliliğe yeni boyutlar kazandırdım. Evi yıkılmasın diye bin türlü takla atan herifler mi delirsin, benim gibi evi her gün tahtakurularınca yenilen adamlar mı? Tahtakuruları dünyanın en büyük illeti.Atom bombasıymış, internetmiş, uyuşturucuymuş bunların hepsi yalan.Varsa yoksa yemek ve uyumak olan hayatlarıyla biz insanların hayatını ve babamdan kalan bu iki odalı apartman dairesini yiyen tahtakuruları belanın en büyüğü. Hey şişko bakkal,dükkanın bir gün ama bir gün yok olacak ve sen bunun farkında değilsin.Bayan Turensi de değil. Diğer baylar ve bayanlarda farkında değiller.Onlara tahtakurularını ve hayatımızı yavaş yavaş yok ettiklerini tane tane anlatmaya çalışsam da bir işe yaramıyor.Kimse beni ciddiye almıyor.Onlara inanmıyorlarsa Güvercin Sokağındaki bu apartman dairesine gelmelerini ve tahtakurularını görmelerini söylediğimde koca ağızlarını açıp ya bana küfürler ediyorlar ya da dalga geçiyorlar. Bilmediklerine ve görmek istemediklerine hep böyle yapıyor bu sözde akıllılar.
_tahtakurusuymuş hadi oradan pis deli senle mi uğraşacağız
_defol seni maymun suratlı
_tahtakuruları da böyle benim gibi karnı doyunca geğiriyor mu? keh keh keh peh peh peh. Zavallı akıllılar.
         Bir gün bayan Turensi kapımı çaldı ve tahtakurularını görmek istediğini söyledi.Ona tahtakurularının görünmez birer canavar olduğunu ve şuan uyuduklarını eğer bayan Turensi gece benimle kalırsa tahtakurularını duyabileceğini söyledim. Bayan Turensi kırışmış yüzündeki çizgileri iki yana çeken bir tebessümden sonra bu gece işi olduğu için benimle kalamayacağını ama en yakın zamanda tahtakurularını duymaya geleceğini söyledi. Zamanın göreceli olduğuna bir işaret olmalı ki bayan Turensi nin geldiği günden bu yana tam 2 ay geçti.Bunun hesabını nasıl tutuğumu size anlatacak değilim. 


.....devam edecektir.



pink



1 Mayıs 2014 Perşembe




ÖLÜ GELİN
kuru görüntü toplandı kasabaya
eleği çivide kadınların yüreği delik
yıkık evlerin tepesinde otlar yabani
ölü toprağı tozuyor atlar, karmaşa
atların sırtında çalıdan yeşil gelinlik
kasaba kadınlarını ağlatıyor sala sesi

düğünü tez ölümü sonsuz kasabada
ikircikli değildir yaşam emek şart
sudan bahane yerine nefes devşirir kadınlar
emekleri kara kalemle resmedilir isli duvarda
sevdasını gizler, oyalar yazmasına dert
düğünü beklediği günden ölümü yudumlar






pink